Sanat doğadan kopuk, steril ve sonlu alanlarda keşfedilmez der 'land art'. Sanat doğaya armağan edilir.
Elimizdeki bu sonsuz sergi alanı, aldığı armağanı kendi istediği şekle sokar, değiştirir, dönüştürür ya da kendine katar. Eser gider sanat kalır.
Eski insanlar, gelecek toplumlara kendini anlatma telaşındaydı. Yazdılar, çizdiler, anlattılar, inşa ettiler ve yaşattılar. Üzerinden geçtikleri, bekledikleri, durup dinlendikleri, izini bıraktıkları ve öldükleri yerde o an bulunmalarının bir nedeni vardı. Doğa bu insanları ve onlardan artakalanları sakladı. Onlara acı sundu veya bereket dağıttı. Karşılığında, kimi zaman ihanetle kimi zaman da sanatla karşılandı. Nazca'daki İnka yol çizgilerinden Stonehenge'e, insan, tarihini, geleceğe aktarması için doğaya emanet etti. Türkçeye 'arazi sanatı' olarak çevirebileceğimiz 'land art', bu emanete yüzyıllar sonra kendi üslubuyla sahip çıktı.
Sanatçının tabiata onun kalemiyle attığı imzası, günü geldiğinde, yeni uygarlıklara ve yeni kahramanlara yer açmak için, yine doğa tarafından silinebilirdi. Ben hiç kardan adam yapmadım ama hatırlamayacağım kadar kardan eserin yapımına, 'sanat yönetmeni' olarak katkıda bulundum. Karla aram pek iyi olmadığından, 'bugün dünyanın en büyük kardan adamını yapalım' adlı açık hava atölyelerinde, evden atkı, havuç, kömür, bere sağlama ve yerleştirme görevi bana düşüyordu. Tamamlanan her parça, yaratım gücünün kişisel övgüye dönüştüğü anlara neden oluyordu. 'Biraz daha kar getirin' ya da 'köşeli küre olmaz şunun kafasını biraz daha şekillendirelim' gibi konuşmalar bir sanat okulunda, sergiye hazırlanan gençler arasında değil, her mahallede her an yanınızdan geçen birkaç çocuk arasında geçiyordu.
Eser ortaya çıkmaya başladıkça birbirine kimi zaman emirler kimi zaman da azarlar yağdıran heykeltıraşlara dönüşüyorduk biz de. Tamamlandığından hiçbir zaman emin olamadığımız kardan adamın kar vücudu oluştuğunda, ben ve benim görevimi üstlenen 'sanatçı' boynuna kaşkolü, başına beresini takıp ince işçiliğe yani yüze geçer. Bazıları yüzü kendine benzetmeyi denerken, bazıları kaş ve dudak olarak kullanılan kömürleri 'konumlandırma' biçimine göre ona ifadeler kazandırmaya çalışır. Son parça da konduğu anda, kardan adam yok olmaya başlar. Doğaya, onu eksiltmeden ve arttırmadan bıraktığınız bu eserle, kendi çapınızda bir arazi sanatçısı olmuşsunuzdur; ama bunun farkına varmamışsınızdır. Ancak yanında çektirdiğiniz fotoğraflarla belgeleyebildiğiniz, doğal malzemelerden, doğanın içinde meydana getirdiğiniz ve kimi zaman var olurken kaybolmaya da başlayan kardan adam, 1970'lerde Amerika'da ortaya atılan 'land art' akımının en başarılı örnekleri arasına konabilir.
Sanat İçin Ölüm
Modern ve kavramsal bir yolun duraklarından biriydi arazi sanatı. En bilinen sanatçısı Robert Smithson ve arkadaşlarının, doğanın gönlünü alma, ona sanat armağan ederek teşekkür etme fikrinden doğdu. Amerika'nın Utah eyaletindeki Büyük Tuz Gölü'ne kilometrelerce öteden, tonlarca taş getirdi Smithson. Amacı insan elinden çıkma, spiral bir dalgakıran yapabilmekti. Her aşamayı helikopterden video ve fotoğraf görüntüleri ile belgeleyen sanatçı, bir süre sonra dalgakıranın spiralleri arasında kalan suların kırmızı bir yosunla kaplandığını gördü. Doğa 'Spiral Jetty'le iletişime geçmişti ve bu yosunlar ona kanayan, dev bir canlı görünümü vermişti. Bir süre kendi haline bırakılan Spiral Jetty, 1973'te yeniden ziyaret edildi. Fotoğrafçı bir arkadaşıyla eserini havadan görüntülemeye gelen sanatçı, o günkü uçak kazasında hayatını kaybetti.
Smtihson ile eşzamanlı eserler üretenlerden biri de Michael Heizer'dı. Sanatçı, Nevada Çölü'nde kazılan ve içi betonla kaplanan dev yataklar oluşturdu. Yatakların içine dağlardan kestiği dev boyutlu üç granit parçayı yerleştirdi. Yaptığı bu işe 'Yerinden Edilen-Yeniden Yerleştirilen Kütle' adını verdi. Heizer'in yakın zamana kadar, yapımını Nevada Çölü'nde sürdürdüğü 'Kompleks Kent (Complex City)' ise, dünyanın en büyük boyutlu sanat eserlerinden biri kabul ediliyor. Kompleks Kent, beş farklı yapıdan oluşacak. Bugüne kadar üçü tamamlandı, dördüncüsü bitmek üzere. Heizer bir röportajında Aztekler ve İnkaların benzer yapıları inşa ettiğini, kendisinin sadece yüzyıllardır yapılmayanı yaptığını ve bunun kesinlikle bir heykel olmadığını belirtirken, bu yapılar ile Kızılderili Tümülüslerine de bir atıfta bulundu. Bir anlamda onların ruhlarına, yeni bir alan da yarattı.
Çöl, arazi sanatçıları için uygun ortamı sağlıyordu. Onların eserleri için taşınmazlık, satılmazlık, insanın kolay ulaşamaması ve bu nedenle izlenmezlik ilkeleri karşılıyordu. Üstelik çöl, üzerindeki değişiklikleri çok kolay yutabiliyor ve eski haline geri dönebiliyordu. Bu da arazi sanatçılarının, 'eseri doğaya kurban etme' isteğini tatmin ediyordu. Başka bir çölcü Walter de Maria, 1968'de çöl yüzeyine tebeşirle iki paralel çizgi bıraktı. Buldozerlerle kazılan bu çizgiler arası bölüm, doğal bir atrium oluşturdu. Ancak Maria'nın başyapıtı New Mexico Çölü'ndeki 'Şimşek Tarlası' adlı eseriydi. Çölün ortasına belli bir düzende yerleştirdiği dört yüz paslanmaz çelik direk, gök hareketlerini kontrol etmeye başlamıştı. Dünyanın birçok yerinden bu şimşek denetçisini izlemek için gelenler oldu. Arazi sanatçıları, sanat eserinin ölümsüzlüğü konusunda, ressamlar ya da heykeltıraşlarla aynı fikri paylaşmadılar. İzlenmek onların kaygılarından değildi. Onlar, yaratımlarının fotoğrafını, belki de en fazla video görüntüsünü aldıktan sonra onu ait olduğu yerde terk ettiler.
Eser Gider Sanat Kalır
Büyük alanlar sanatının Avrupa ayağını ise, Joseph Beuys üstlendi. Alman sanatçı, İkinci Dünya Savaşı'nda pilottu ve uçağı Kırım üzerinde düştüğünde onu Tatar köylüleri bulup evlerine taşıdılar. Hayatının geri kalanını etkileyen bu süre içinde, köylüler yaralı Beuys'u keçe ve içyağı ile sarmalayarak iyileştirdi. Doğa ve onun yüceliği üzerinde daha fazla düşünen Beuys, keçeyi, sanat eserlerinin baş malzemelerinden biri yaptı. Kassel kentinde, 1982'de düzenlenen 'Dokumenta' Sergisi için, 7 bin meşe fidanını tek tek dikmeye başlayan Beuys, bu çalışması ile arazi sanatının takipçilerinden olduğunu gösterdi. Her fidanın yanına koyduğu yaklaşık bir metre yükseklikteki bazalt taş bloklarla bir parça tamamlanmış oluyordu. Son meşe ağacı ise onun ölümünden sonra, 1987'de oğlu tarafından dikildi. Diğer arazi sanatçıları arasında bulunan Denis Oppenheim, Hollanda'daki 'Yönlendirilmiş Buğday Tarlası' ve 'Damgalanmış Dağ' çalışmalarıyla bilinirken, daha romantik eserler yaratan Richard Long, derelerdeki taşlarla düzenlemeler yapmış, kayalar üzerine kendi el ve ayak izlerini bırakmıştı. Nedir, büyük bütçeler gerektiren bu kavramsal sanat, büyük şirketlerin sponsorluğuyla eyleme geçebiliyordu. Smithson'un uçak kazasında ölümü ve 1970'lerdeki ekonomik kriz yeni land art sanatçılarının yetişememesinin nedeniydi. Yine de bu akım, hiçbir din ya da politik görüşün etkisinde olmadığı için dünyanın her yerinde kabul görüyor.
Bilgiyi, malzemeyi, tekniği yeniden yorumlayan bir akım olarak bugün hâlâ kendine izleyici ve sanatçı buluyor land art. Sonsuz-sınırsız materyal, beceri ile doğa üzerine konumlandırılıyor. Sanat eseri gözden kaybolsa da sanat asla yitirilmiyor. Eriyen buz, yıkılan kumdan kale ya da kırılan ağaç başka bir eser için, yeni bir malzemeye dönüşüyor. Doğa değişiyor, ona armağan edilen eseri özümsüyor, kendine katıyor ve kendi istediği şekle sokuyor.