18 Ekim 2007 Perşembe

ARAZİ SANATI (LAND ART), Bedia Ceylan Güzelce (Atlas Dergisi)

Andy Goldsworthy, Rivers and Tides

Sanat doğadan kopuk, steril ve sonlu alanlarda keşfedilmez der 'land art'. Sanat doğaya armağan edilir.

Elimizdeki bu sonsuz sergi alanı, aldığı armağanı kendi istediği şekle sokar, değiştirir, dönüştürür ya da kendine katar. Eser gider sanat kalır.

Eski insanlar, gelecek toplumlara kendini anlatma telaşındaydı. Yazdılar, çizdiler, anlattılar, inşa ettiler ve yaşattılar. Üzerinden geçtikleri, bekledikleri, durup dinlendikleri, izini bıraktıkları ve öldükleri yerde o an bulunmalarının bir nedeni vardı. Doğa bu insanları ve onlardan artakalanları sakladı. Onlara acı sundu veya bereket dağıttı. Karşılığında, kimi zaman ihanetle kimi zaman da sanatla karşılandı. Nazca'daki İnka yol çizgilerinden Stonehenge'e, insan, tarihini, geleceğe aktarması için doğaya emanet etti. Türkçeye 'arazi sanatı' olarak çevirebileceğimiz 'land art', bu emanete yüzyıllar sonra kendi üslubuyla sahip çıktı.

Sanatçının tabiata onun kalemiyle attığı imzası, günü geldiğinde, yeni uygarlıklara ve yeni kahramanlara yer açmak için, yine doğa tarafından silinebilirdi. Ben hiç kardan adam yapmadım ama hatırlamayacağım kadar kardan eserin yapımına, 'sanat yönetmeni' olarak katkıda bulundum. Karla aram pek iyi olmadığından, 'bugün dünyanın en büyük kardan adamını yapalım' adlı açık hava atölyelerinde, evden atkı, havuç, kömür, bere sağlama ve yerleştirme görevi bana düşüyordu. Tamamlanan her parça, yaratım gücünün kişisel övgüye dönüştüğü anlara neden oluyordu. 'Biraz daha kar getirin' ya da 'köşeli küre olmaz şunun kafasını biraz daha şekillendirelim' gibi konuşmalar bir sanat okulunda, sergiye hazırlanan gençler arasında değil, her mahallede her an yanınızdan geçen birkaç çocuk arasında geçiyordu.

Eser ortaya çıkmaya başladıkça birbirine kimi zaman emirler kimi zaman da azarlar yağdıran heykeltıraşlara dönüşüyorduk biz de. Tamamlandığından hiçbir zaman emin olamadığımız kardan adamın kar vücudu oluştuğunda, ben ve benim görevimi üstlenen 'sanatçı' boynuna kaşkolü, başına beresini takıp ince işçiliğe yani yüze geçer. Bazıları yüzü kendine benzetmeyi denerken, bazıları kaş ve dudak olarak kullanılan kömürleri 'konumlandırma' biçimine göre ona ifadeler kazandırmaya çalışır. Son parça da konduğu anda, kardan adam yok olmaya başlar. Doğaya, onu eksiltmeden ve arttırmadan bıraktığınız bu eserle, kendi çapınızda bir arazi sanatçısı olmuşsunuzdur; ama bunun farkına varmamışsınızdır. Ancak yanında çektirdiğiniz fotoğraflarla belgeleyebildiğiniz, doğal malzemelerden, doğanın içinde meydana getirdiğiniz ve kimi zaman var olurken kaybolmaya da başlayan kardan adam, 1970'lerde Amerika'da ortaya atılan 'land art' akımının en başarılı örnekleri arasına konabilir.






Sanat İçin Ölüm
Modern ve kavramsal bir yolun duraklarından biriydi arazi sanatı. En bilinen sanatçısı Robert Smithson ve arkadaşlarının, doğanın gönlünü alma, ona sanat armağan ederek teşekkür etme fikrinden doğdu. Amerika'nın Utah eyaletindeki Büyük Tuz Gölü'ne kilometrelerce öteden, tonlarca taş getirdi Smithson. Amacı insan elinden çıkma, spiral bir dalgakıran yapabilmekti. Her aşamayı helikopterden video ve fotoğraf görüntüleri ile belgeleyen sanatçı, bir süre sonra dalgakıranın spiralleri arasında kalan suların kırmızı bir yosunla kaplandığını gördü. Doğa 'Spiral Jetty'le iletişime geçmişti ve bu yosunlar ona kanayan, dev bir canlı görünümü vermişti. Bir süre kendi haline bırakılan Spiral Jetty, 1973'te yeniden ziyaret edildi. Fotoğrafçı bir arkadaşıyla eserini havadan görüntülemeye gelen sanatçı, o günkü uçak kazasında hayatını kaybetti.

Smtihson ile eşzamanlı eserler üretenlerden biri de Michael Heizer'dı. Sanatçı, Nevada Çölü'nde kazılan ve içi betonla kaplanan dev yataklar oluşturdu. Yatakların içine dağlardan kestiği dev boyutlu üç granit parçayı yerleştirdi. Yaptığı bu işe 'Yerinden Edilen-Yeniden Yerleştirilen Kütle' adını verdi. Heizer'in yakın zamana kadar, yapımını Nevada Çölü'nde sürdürdüğü 'Kompleks Kent (Complex City)' ise, dünyanın en büyük boyutlu sanat eserlerinden biri kabul ediliyor. Kompleks Kent, beş farklı yapıdan oluşacak. Bugüne kadar üçü tamamlandı, dördüncüsü bitmek üzere. Heizer bir röportajında Aztekler ve İnkaların benzer yapıları inşa ettiğini, kendisinin sadece yüzyıllardır yapılmayanı yaptığını ve bunun kesinlikle bir heykel olmadığını belirtirken, bu yapılar ile Kızılderili Tümülüslerine de bir atıfta bulundu. Bir anlamda onların ruhlarına, yeni bir alan da yarattı.
Çöl, arazi sanatçıları için uygun ortamı sağlıyordu. Onların eserleri için taşınmazlık, satılmazlık, insanın kolay ulaşamaması ve bu nedenle izlenmezlik ilkeleri karşılıyordu. Üstelik çöl, üzerindeki değişiklikleri çok kolay yutabiliyor ve eski haline geri dönebiliyordu. Bu da arazi sanatçılarının, 'eseri doğaya kurban etme' isteğini tatmin ediyordu. Başka bir çölcü Walter de Maria, 1968'de çöl yüzeyine tebeşirle iki paralel çizgi bıraktı. Buldozerlerle kazılan bu çizgiler arası bölüm, doğal bir atrium oluşturdu. Ancak Maria'nın başyapıtı New Mexico Çölü'ndeki 'Şimşek Tarlası' adlı eseriydi. Çölün ortasına belli bir düzende yerleştirdiği dört yüz paslanmaz çelik direk, gök hareketlerini kontrol etmeye başlamıştı. Dünyanın birçok yerinden bu şimşek denetçisini izlemek için gelenler oldu. Arazi sanatçıları, sanat eserinin ölümsüzlüğü konusunda, ressamlar ya da heykeltıraşlarla aynı fikri paylaşmadılar. İzlenmek onların kaygılarından değildi. Onlar, yaratımlarının fotoğrafını, belki de en fazla video görüntüsünü aldıktan sonra onu ait olduğu yerde terk ettiler.










Eser Gider Sanat Kalır
Çoğu ancak gökyüzünden bakıldığında bir anlam kazanan arazi sanatı eserleri, büyük boyutlu ve geniş alanlar üzerinde yapıldı. Fikir aşamasından yok olduğu ana kadar, sanatın bir süreç olduğunu hatırlatan bu anıtsal yaratımlar, malzeme bakımından da diğerlerinden ayrıldı. Doğanın sağladığı olanaklar ve bunun uyandırdığı sınırsızlık hissi, sanatçılarının galeri mekânlarına ihtiyaç duymamasına da neden oldu. Küçük çaplı salon sergileri düzenlense de, ilke olarak bu tip bir sergileme anlayışına karşı çıktılar. İnsanların, sanatı, doğadan kopuk, steril ve sonlu alanlarda keşfinin mümkün olamayacağında hemfikirlerdi. Diğer yandan land art, geliştirilen her teknolojik yenilikle küstürülen doğayla barış sağlama amacındaydı. Kurgusal ve kavramsal açıdan şimdi'nin önemi hatırlandı. Birkaç yıllık bir yaratımın anlık yok oluşu, hem tabiatın kendi kanunlarına duyulan saygıyı hem de insanın bunlar karşısındaki yetersizliğini yeniden sorgulamasına neden oldu. Küçük boyutlu çalışmalarda, sanatçı eserini bitirdikten bir gün sonra gittiğinizde bile, o işi yerinde bulamayabiliyordunuz. Galerilerde, eserleri herkesin aynı standartlarda izlemesi ve sadece size sunulan dar ortamda gördüğünüzü algılamanız beklenirken, arazi sanatında duyma, görme, hissetme, koku alma gibi duyuların her an farklı biçimde uyarıldığı bir ortam oluşuyordu. Bu da enteraktif açılımlarla, kendi keşfinize de sizi ortak ediyordu. Bu nedenle arazi sanatçıları, birebir ve yapımıyla neredeyse eş zamanlı görülmesi gereken eserler üretirken, uzayın bilinemeyen sınırları içinde bir atom zerresi olduklarını, fakat böyleyken bile dünyayı bir bütün olarak algılayabildiklerini ifade ettiler. Kimilerine göre onların eserleri, göksel varlıkları hedefledi ve uzaydaki olası gözler için düzenlenen sergilerdi. David Madella belki de böyle düşünen arazi sanatçılarındandı. Filipinlerde bir mercan adacığını, bölge halkının yardımıyla, kaplumbağa şekline sokmuş ve gelgitlerle görünüp kaybolan bir eser üretmişti. Her kaybolduğunda zemini yeniden şekillenen ve kontur değiştiren bu kaplumbağa, aynı zamanda land artın en başarılı örneklerinden biri de oldu.

Büyük alanlar sanatının Avrupa ayağını ise, Joseph Beuys üstlendi. Alman sanatçı, İkinci Dünya Savaşı'nda pilottu ve uçağı Kırım üzerinde düştüğünde onu Tatar köylüleri bulup evlerine taşıdılar. Hayatının geri kalanını etkileyen bu süre içinde, köylüler yaralı Beuys'u keçe ve içyağı ile sarmalayarak iyileştirdi. Doğa ve onun yüceliği üzerinde daha fazla düşünen Beuys, keçeyi, sanat eserlerinin baş malzemelerinden biri yaptı. Kassel kentinde, 1982'de düzenlenen 'Dokumenta' Sergisi için, 7 bin meşe fidanını tek tek dikmeye başlayan Beuys, bu çalışması ile arazi sanatının takipçilerinden olduğunu gösterdi. Her fidanın yanına koyduğu yaklaşık bir metre yükseklikteki bazalt taş bloklarla bir parça tamamlanmış oluyordu. Son meşe ağacı ise onun ölümünden sonra, 1987'de oğlu tarafından dikildi. Diğer arazi sanatçıları arasında bulunan Denis Oppenheim, Hollanda'daki 'Yönlendirilmiş Buğday Tarlası' ve 'Damgalanmış Dağ' çalışmalarıyla bilinirken, daha romantik eserler yaratan Richard Long, derelerdeki taşlarla düzenlemeler yapmış, kayalar üzerine kendi el ve ayak izlerini bırakmıştı. Nedir, büyük bütçeler gerektiren bu kavramsal sanat, büyük şirketlerin sponsorluğuyla eyleme geçebiliyordu. Smithson'un uçak kazasında ölümü ve 1970'lerdeki ekonomik kriz yeni land art sanatçılarının yetişememesinin nedeniydi. Yine de bu akım, hiçbir din ya da politik görüşün etkisinde olmadığı için dünyanın her yerinde kabul görüyor.

Bilgiyi, malzemeyi, tekniği yeniden yorumlayan bir akım olarak bugün hâlâ kendine izleyici ve sanatçı buluyor land art. Sonsuz-sınırsız materyal, beceri ile doğa üzerine konumlandırılıyor. Sanat eseri gözden kaybolsa da sanat asla yitirilmiyor. Eriyen buz, yıkılan kumdan kale ya da kırılan ağaç başka bir eser için, yeni bir malzemeye dönüşüyor. Doğa değişiyor, ona armağan edilen eseri özümsüyor, kendine katıyor ve kendi istediği şekle sokuyor.


"http://metecantekin.blogspot.com/ "a Tepkiler















"Sitenin yapımında emeği geçen herkesin eline sağlık... Bunca zaman sonra seni yaptıklarınla bu site aracılığıyla yeniden ve daha iyi tanıma fırsatı buldum Metecim.Yüreğine sağlık... "
Gizem KASAP

"Merhaba Mete,
Çalışmaların nedeniyle seni kutlarım. "
Ertan YILMAZ

"Hocam saygılar; Bir kaç gündür çalışmalarına fırsat buldukça bakıyorum. Öncelikle blog gerçekten hoş olmuş. Tüm samimiyetinle hazırladığını hissettiriyor. Bağlantılarda bile kendimi kaybettim. Hatta hoşuma giden bişey oldu; bu şişirme tekniği ile kubbe yapımı tekniğini geliştiren mimarın ismini unuttmuştum, onu da hatırlattın sağolasın.. Ankara'da konuştuğumuz projeyi gördüğüm kadarıyla tamamlamışsınız, elinize sağlık! Haddime olmayarak sadece bir tavsiye, belki I-tipi düz profiller yerine boru kesitli profillerle de inşa edilebilir kubbe; cam yüzey ile bağlantı biraz daha zorlu olabilir ama hatları daha yumuşak olacaktır kanaatimce.. Bi de belki biraz daha hafif bir sistemle daha transparan bir görüntü elde edilebilir, belki kablolarla desteklenen bir sistem havada uçuyor izlenimi verebilir.. vs. vs. alternatifin sonu yok... Ellerinize sağlık hocam; başarılarınızın devamı dileklerimle..."
Tolga TUTAR

"Mete çok gururlandım, elinize sağlık. Çekimlerini yürüttüğüm sığ su bayılması temalı yarı-dramatik belgesel çalışmamı müzikleme konusunda desteğinizi isteyebilirim. Ekim-Kasım gibi bu konuda işbirliği yapar mıyız?"
Murat ÜNAL

"Güzel ve devam ettirilmesi gereken kültürel hareketliliğe yardımcı olan bir blog... açılıştaki resmi de beğendim o da ayrı güzel... Lir Tiyatrosu konusu da ilginç... başarılar diliyorum."
ONALTIKIRKALTI

"Farklı bir mekan yaratmışsınız kendinize. Hem tarz, hem de içerik olarak güzel. Eh, bir tasarımcıdan beklenen de, bu olurdu zaten. Başarılarınızın devamını dilerim"
Goddes Artemis

"Deneyimlerinden çok şey öğrenilebileceğini düşündüğüm biri. Eskiz ve seminer çalışmalarını sergiemiş sitesinde. İnsan tasarımdır, ölünce tamamlanır. sözünü ilk onun ağzından duymuştum."
Hidayet AYTAŞ

"Benim tiyatroya ilgim düşünüldüğünde siteni sevmem için yeter neden zaten. Başarılar..."
Filiz ARICAN

"Sayfa cok iyi olmus. Sayfa düzeniyle ilgili bisey söyleyecegim sadece: eskizlerin hangi oyuna ve hangi sahneye ait olduklari anlasilmiyor pek. belki altlarina kucuk birer açıklama iyi olur ya da oyun kisilerinin hemen ardindan koymak bilemiyorum... Bir de profilim ya da hakkımda kısmına dahil oldugun sahnelenmis oyunlarla ilgili bilgi sunman da iyi olabilir. Ben oyumu Dr.Jekyll & Mr.Hyde ve Lear'dan yana kullandim. "Tulani Perdeler"i begendim,yeniden okumaliyim ama bir tur "anlam zor" durumu var, oynanabilirligi nedir sence, ongordugun sahnelemeyi duymak isterim. Projeye en yakisan isim o evet: "Gönül Dağı" Tebrik ederim..."
Kerem DEMİRTAŞ

"Blogunu inceledim, açıkçası bir "sahne sanatları tutkunu" ile karşılaşmak oldukça sürpriz oldu benim için.. Bir süredir, yaratıcı hiç bir şeyle karşılaşmıyorum çünkü. Kocaeli Üni-GSF,de okuyorum ben. Dramatik Yazarlık. Bu sene antik tiyatro kentlerine gezi yapmayı düşünüyoruz, bölüm olarak. Antalya da seçeneklerin arasında, bakalım.. Çok memnun oldum, iç açıcı bir site. Çalışmalarında başarılar."
Ceren Cevahir GÜNDOĞAN

"Lir Tiyatrosu'na Azerbaycan dan selam olsun! Tiyatro sevdanızın ve başarılarınızın artarak devam etmesini dileriz..!"
Rasim ASIN

"Şu an Amsterdam'da turnedeyiz, yaklaşık bir haftayı geçti. Büyük bir ihtimalde daha gezeceğiz. Uzun bir süredir bloglarınızda gezinip yorgunluk atıyorum. Blogunuz için çok emek vermişsiniz. Umarım Türkiye' de bu bölümü okuyan veya ilgi duyan arkadaşlar haricinde sizi anlayan insanlar çıkıyordur. İnanın çalışmalarınız bir o kadar ustaca oluşmuş. Benden Avrupa'da sizin için ne yapabileceksem lütfen çekinmeden isteyin. Sevinerek size yardımcı olurum. Saygı ve sevgilerimle..."
Volkan ALABAZ

8 Ekim 2007 Pazartesi

FESTİVAL VE AMATÖR TİYATROLAR, (Önay Sözer)

(…)

9 Ağustos 1957’de kurulmuş olan Genç Oyuncular Topluluğu, Festival’de belli bir tiyatro yazarınca kaleme alınmadığı gibi, yine belli bir rejisörün doğrudan doğruya yönetiminde de hazırlanmamış olan Tavtaki Kütüpati oyunuyla karşımıza çıktı. Tavtaki Kütüpati’nin konusu ile Sartre’in “Gizli Oturum”u arasında birçok benzeyişler görülüyordu. Buna karşılık Genç Oyuncular insanı hiç sıkmayan mis en scéné buluşları, temiz diction’ları, sahne tekniği bilgileriyle, amatör tiyatrolar içindeki üstün yerlerini ispat ettiler. Genco Erkal, Atilla Alp Öge, Arif Erkin, zaman zaman temsilin tümü içinde erimeksizin, “solo” olarak kalan oynayışlarına rağmen başarılıydılar.

1957’nin Ocak ayında Ankara’da kurulan “Sahne Z”, Festivale Ionesco’nun, Kel Şarkıcı’ sı ile katıldı. Rejisör Güner Sümer, “steylisé” dekorlar içinde tabiilikten çok biçimciliğe dayanan, mis en scéné‘lerle Ionesco’yu çok soyut planda anladığını gösterdi. Böyle soyut bir değerlendiriş çağımızın meselelerini öznel bir derinlikten kavrayan Beckett’in eserleri için uygun olabilirdi. Fakat Beckett’in tersine, oyunlarında insanları oldukları yandan çok, olmadıkları yandan ele alarak vuran Ionesco için böyle bir anlayış bir parça işin kolayına gitmek oluyordu. Buna karşılık, kendi çıkış noktasına göre Güner Sümer’in rejisi iyiydi. Güneşi Akol, Metin Özdemir ve Güner Sümer rollerinde başarılıydılar. Ülkü Tamer ile Genco Erkal’ın Türkçesi hiç aksamayan çevirilerine de ayrıca işaret etmek gerek.

Robert Kolej Tiyatrosu, geçen yılki festivalde vermiş olduğu umutları, yazık ki, bu yıl haklı çıkaramadı. Ionescu’nun “Vazife Uğruna” sı tiyatro sanatının uyulması gereken en belli başlı temelleri çiğnenerek oynandı. Hatalı mis en scéné’leri, bozuk diction’ları burada bir saymak imkânsız. Buna karşılık Krapp’ın “Son Tape’i”nde , Krapp’i oynayan Berent Enç, sesini değiştireyim derken, diction’unu bozmak gibi ufak bir hatasıyla birlikte keyifli bir oyun çıkardı. Oyunun temposu biraz daha hızlı olabilirdi: Krapp’in yaşantıları canlandırılırken biraz uzayan giriş çıkışlarda, seyircinin dikkati dağılmak tehlikesiyle karşılaştı. Fakat gere Berent Enç ve gerek rejisör Sevil Akdoğan, Beckett’i çok iyi kavramışlardı. Beckett iyi anlaşıldıktan sonra, çok sade bir oynanışla sahnede canlandırılabiliyor: Sevil Akdoğan işte bu noktayı öğrenmişe benziyordu.

İ. Ü. T. B. Gençlik Tiyatrosu, Teknik Üniversite Tiyatrosu ve Ankara Üniversitesi Tiyatrosunun büyük eksiklerini, bu festival toplu olarak görmemize yol açtı. Bu tiyatrolarda çok kabiliyetli oyuncuların, tiyatroyu gerçekten seven kimselerin bulunmasına rağmen, başlarında iyi bir yetiştiricinin yokluğu ve çoğunun ciddi bir tiyatro tahsilinden geçmemiş olmaları yüzünden ortaya amatörün amatörü temsiller çıkıyor. Böylece kabiliyetli elemanlar kabiliyetsizlerin yanında harcanıyor. İşler bu duruma gelince özürler ileri sürülüyor: “Genel Prova yapamadık, hazırlanmamız için vakit kalmadı” deniliyor. Bunlar kendini bilir bir tiyatrocunun söyleyeceği sözler değil. Şurası besbelli ki özür değil, iş kabul edilir.

III. Beynelmilel Üniversitelerarası Tiyatro Festivali, bütün olarak, umut ve kıvanç vericidir: Bu festivallerin devamlı olarak yapılması hem seyirci için, hem de oyuncu için yararlıdır. Aynı ilginin gelecek yıllarda da gösterilmesi Türkiye’de amatör tiyatroları geniş ölçüde destekleyecektir. Çünkü bu ilgi doğrudan doğruya amatör tiyatrolara gösterilen bir ilgi olarak, yorumlanabilir. Belki amatör tiyatroların sayısının çoğalmasıyla birlikte, genel temsil düzeyinin daha da düşeceği, asıl ihtiyacın çok sayıda tiyatroya değil, niteliği bulunan tiyatroya olduğu söylenebilir. Fakat bu gerçeğin anlaşılması da amatör tiyatroların sayısının çoğalması sayesinde olmadı mı? Avrupa’da da her ülkenin böyle bir, tiyatronun ayağa düşmesi safhasından geçerek bugünkü duruma vardığını bilmek, bizi kötümser olmaktan kurtarabileceği gibi, tiyatronun bu şartlarının katlanılması gereken bir kötülük olarak görmemizi kolaylaştırabilir. Amatör tiyatroculuğun gelişmesi, tiyatroların sayısını sınırlamakla değil, üniversitenin bu konuya gereken değeri vermesi ve buna paralel olarak tiyatroyu oyunun metninden ibaret gören anlayışın yıkılmasıyla birlikte gerçekleşecektir.

Not: Bu yazı 1 Aralık 1958 tarihli KÖPRÜ Sanat Gazetesi’nin 5. sayısından olduğu gibi alınmıştır. Katkısı için Efdal Sevinçli’ye teşekkürler.(Gölge Tiyatro, Ekim 1997, Sayı 10)

VAHŞET TİYATROSU, II. BİLDİRGE (Antonin Artaud)

Demetrio Stratos, Antonin Artaud


Kabul edilsin ya da edilmesin, bilinçli ya da bilinçsiz aslında izleyicinin, aşkta, suçta, savaşta ya da başkaldırıda aradığı aşkın bir yaşam durumudur, şiirsel bir durumdur.
Vahşet Tiyatrosu, tiyatroya tutkulu, çarpıntılı bir yaşam kavramını geri vermek için yaratıldı; bu şiddetli amansızlık ve sahne öğelerinin aşırı derecede yoğunlaşması kavramından tiyatronun dayanacağı vahşet anlaşılmalıdır. Sistematik olmasa da, gerekirse kanlı da olabilecek bu vahşet, yaşama ödenmesi gereken bedeli ödemekten korkmayan bir tür soğuk ahlaksal arılık kavramıyla kaynaşıyor.

1.İçerik Bakımından
Yani, işlenen temalar ve konular açısından: Vahşet Tiyatrosu, zamanımıza özgü coşkulara uygun düşen konu ve temalar seçecektir.
Vahşet Tiyatrosu, insanın ve çağdaş yaşamın söylencelerini meydana çıkarma uğraşını sinemaya bırakmak düşüncesinde değildir. Ama bunu kendine özgü alışılmadık bir yöntemle yapacaktır, yani dünyanın ekonomiye, yararlılığa ve tekniğe kayışına karşı, çağdaş tiyatronun tutkularını yeniden gündeme getirecektir. Bu konular, kozmik ve evrensel olacaklar ve esli kozmogonilerden; Meksika, Hint, Yahudi, İran ve başka kaynaklardan alınmış en eski metinlere göre yorumlanacaklardır.
Vahşet Tiyatrosu, çok farklı duyguları ve çizgileri olan psikolojik insanı bırakacak, kendini bütünsel insana yöneltecektir, toplumsal olanlara, yasaların kölesi olanlara, din ve kurallarca tanınmayacak hale gelmiş olanlara değil. Ve ruhun yalnızca önyüzünü değil, arka yüzünü de insanlara tanıtacaktır; imgelem gücünün ve rüyaların gerçekliği yaşamla aynı düzlemde yer alacaktır.
Ayrıca, Vahşet Tiyatrosunun içinde büyük toplumsal çalkantılar, halkın halkla, ırkın ırkla yaşadığı çelişkiler, doğa güçleri, rastlantının müdahalesi, yazgının çekim gücü ya dolaylı olarak, söylencesel boyutlarda, tanrıların kahramanların canavar yaratıkların devsel büyüklüklerinin tavrı ve taşkınlığı biçiminde, ya da doğrudan, yeni bilimsel araçlardan edinilen maddi anlatımlar biçiminde kendini gösterecektir.

2.Biçim Açısından
Eğer, tiyatronun izleyicinin en geri kalmış ve en durgun kesimleri için sonsuza dek tutkulu ve duyarlı olan bir şiirin kaynaklarına yeniden dalması gerekliliği eski ilkel söylencelere dönüşle gerçekleşiyorsa, biz metinden değil, sahneden bu eski çelişkileri düzenlemesini, özellikle de güncel kılmasını isteyeceğiz. Yani, bu konular doğrudan tiyatroya taşınacaklar, söz biçiminde dökülmeden, hareketler, anlatım biçimleri ve davranılar halinde düzenleneceklerdir.
Bu yolla, metine ilişkin teatral batıl inançtan ve yazarın diktatörlüğünden kurtulmuş olacağız. Böylece, yeniden tin tarafından doğrudan algılanan, sözün ve sözcüklerin getirdiği tehlikelerinin dışında kalan, dilden ileri gelen aksamaların olmadığı eski halk oyunculuğuna geliyoruz. Tiyatroyu her şeyden önce oyunculuk üstüne temellendirme düşüncesindeyiz; bu oyunculuğa olası tüm düzlemlerde, her türden yükseklik, derinlik ve perspektif basamaklarında kullanılacak yeni bir uzam kavramı katıyoruz. Bu kavrama devinimle kardeş olan, özgün bir zaman tasarımı da eklenebilir. Belirli bir süre içinde olası en yüksek sayıda devinimle en yüksek sayıda bedensel görüntüleri bu devinimlere bağlı olası anlamları birleştireceğiz. Kullanılan görüntü ve devinimler, gözün ve kulağın beğenisine değil, ruhun daha gizli ve verimli beğenisine seslenecektir. Böylece, tiyatro, yalnızca boyutlarına ve oylumuna göre değil, deyim yerindeyse, iç çamaşırları içinde kullanılacaktır.
Görüntülerle devinimlerin örtüşmesi, nesnelerin sessizliğin, dayanan gerçek bir bedensel dilin yaratılmasına götürecektir. Biz, belli bir zaman içinde yapılmış bu devinim ve görüntü kütlesine, sessizlik, ritm ölçüsünde belli bir titreşim, somut davranılardan ve nesnelerden oluşmuş belli bir maddi coşkuyu katacağız. Şunu diyebiliriz, en eski hiyerogliflerin ruhu bu arı tiyatro dilinin yaratılmasında yol gösterici olacaktır.
Her halktan izleyici hep doğrudan anlatım biçimlerine ve görüntülere düşkün olmuştur; vurgulu söz, belirgin sözlü anlatım, eylemin açıkça belirlenmiş bölümlerine, içinde yaşamın yer aldığı, bilincin devraldığı bölümlerine girecektir.
Elbette, bu mantıksal anlamının yanında, sözcükler büyüleyiciliği ve kendi doğaüstü gücüyle kullanılacaktır; yalnızca kendi anlamları açısından değil, biçimleri ve anlamsal ışıltıları açısından da. Çünkü hayaletlerin ortaya çıkışı, kahramanların ve tanrıların eğlence ve zevke düşkünlükleri, güçlerin plastik anlatımı, kendi anarşik ve analojik ilkesi uyarınca görüntüyü unufak etmekle yükümlü olan şiirin ve gülmecenin sarsıcı müdahaleleri, kendi gerçek büyülerine ancak duyular üzerine yöneltilen baskının etkisiyle ruhun ulaşabileceği hipnotik telkin ortamında egemen olacaklardır. Eğer bugünün sindirimi kolaylaştıran tiyatrosunda belli bir psikolojik duyarlılık bilinçli olarak ihmal edilmiş, izleyicinin bireysel anarşisine bırakılmışsa, Vahşet Tiyatrosu, duyarlılığı oluşturmak için önceden denenmiş tüm büyülü araçları kullanma düşüncesindedir.
Renk, ışık ve ses şiddetinden oluşan, müzikal bir ritmin, ya da söylenen bir cümlenin yinelenmesini, titreşim ve salınımı kullanan, tonaliteyi ya da ışıklanmanın anlamlı örtüsünün katılımını sağlayacak araç, tam etkiyi ancak ses kakışmalarını kullanarak hedefleyebilir.
Elbette, bu ses kakışımını tek bir anlatımın etki alanıyla sınırlamak yerine, bir anlamdan öbürüne, bir renkten bir tınıya, bir sözden bir ışığa, titreşiminden tınıların dümdüz tonalitesine vs. sıçratacağız.
Böyle düzenlenen, böyle yapılanan bir oyun, sahnenin ortadan kaldırılışıyla bütün tiyatro salonuna yayılacak, zeminden küçük köprücükler üzerinden duvarlara ulaşacak, izleyicileri her yanından maddi bir biçimde sarmalayıp, sürekli ışık, görüntü, devinim ve gürültülerden oluşan bir banyonun içinde tutacaktır. Dekor, dev kuklalar haline getirilmiş figürlerce, nesne ve maskeler üstünde hiç durmadan değişen ışık görünümleriyle oluşturulacaktır.
Uzayda dokunulmadık nokta kalmayacağı gibi, izleyicinin ruhunda ya da duyarlılığında soluk alacak zaman, dokunulmadık nokta da bırakılmayacaktır. Yani, tiyatro ile yaşam arasında saf bir ayrılık kalmayacak, kesintiler kalkacaktır. Herhangi küçük bir filmin çekim çalışmasında bulunmuş biri, ne demek istediğimizi çok iyi anlayacaktır.
Filme kaydedildikleri anda her türlü etkileyiciliğini, büyüsünü yitiren, yani yazık olan ışıklandırma, figürasyon gibi sinemanın zengin teknik olanaklarının bir çoğunu tiyatro sahnesinde de kullanmayı hedefliyoruz.
Özgün Kaynak: A. Artaud, Second manifeste du théatre de la Crauté, 1933.
Kaynak:
"Zweite Manfest." Theater und sein Double. Türkçesi: Yalçın BAYKUL





6 Ekim 2007 Cumartesi

MEKAN, KOSTÜM, BEDEN TASARIMI

Noh-opera, Macbeth by Company Izuru

Noh ya da Nô Tiyatrosu (Japonca:能 Nō), 14. yüzyıldan beri oynanan bir Japon müzikâl drama türüdür. Noh'u oluşturan üç ana unsur vardır; Mai = Danslar, Hayaşi = Müzik, Utai = Sözler.

Oyuncular maskeler kullanırlar ve yavaş danslar yaparlar. Oyuncular genelde erkektir. Kendilerine babadan geçme bir yetenek verildiğine inanılır. Bu nedenle bayan gerektiren rollerde bile erkekler bu işi maskeler ile hâllederler. Noh müzikleri genel olarak davul ve flüt üzerine yapılır. Noh'un beş türü bulunur; Divine, Shura-mono, Kazura-mono, Zatsu-no, Oni-noh

Japon Noh tiyatrosu, 700 yıllık tarihi ile gelenekleri en üst düzeyde yansıtan bir sahne sanatıdır. Çokça sembolik olan Noh tiyatrosunun kökleri, eski Shinto ayinlerine dayanır ve bir Shinto Mabedi gibi dekore edilmiş bir sahnede oynanır. Maske takan oyuncuların hareketleri tamamen geleneksel olup giydikleri kostümler de genellikle zengin ve gösterişlidir.

Bu klasik sanat türü, Tokyo Ulusal Noh Tiyatrosu ile Tokyo’daki Hosho Nohgakudo, Kanze Nohgakudo, Kita Nohgakudo ve Umewaka Nohgakudo‘da sahnelenir. Kansai bölgesinde ise, Kyoto’daki Kanze Kaikan ve Osaka Nohgaku Kaikan‘da sahnelenir. Diğer yandan, Noh Tiyatrosu’nun keyfi muhtemelen en çok açık havada, tapınakların bahçelerinde meşalelerle sahnelendiğinde çıkar.

Kabuki Tiyatrosu, parlak makyajı, harikulade kostümleri ve dekorları ile Japonya’nın dinden bağımsız klasik tiyatrosudur. Bu tiyatro oyunlarında aktörler, kılıçla dövüşür, dans eder ve hatta izleyicilerin üzerinden sahneye doğru uçar.

Tokyo’da sergilenen Kabuki için en iyi mekan Ginza’da bulunan Kabukiza‘dır. Burada Kabuki oyunları yıl boyunca sahnelenir. Aynı zamanda Shimbashi Embujo da Ginza’da yer alır. Aynı zamanda İmparatorluk Sarayı’nın yanındaki Japon Ulusal Tiyatrosu da bazen tur düzenleyen şirketlerin konuklarını misafir eder.

Bunraku, insan boyutunun 3′te 1′i büyüklüğündeki tahta ve porselen figürlerin üç kuklacı tarafından oynatıldığı, Shamisen eşliğinde seslendirilen güzel bir kukla tiyatrosu türüdür.

Bunraku, Osaka’daki Ulusal Bunraku Tiyatrosu ve Tokyo’daki Ulusal Tiyatro’da sahneye konur.

GÖRÜNTÜ, TEMSİL, SİNEMA

George Maciunas, End After 9 (Fluxus Film)

Jackson Pollock
(d. 28 Ocak 1912, Wyoming, ABD – 11 Ağustos 1956, New York, ABD), Soyut dışavurumcu ressam, 20. yüzyılın en önemli sanatçılarındadır. Damlatma tekniği (drip painting) ile boya karıştırma, fırça kullanımı gibi alışılagelmiş uygulamaları bir kenara bırakmış, yere serdiği devasa boyutlardaki tuval bezleri üzerinde hareket ederek boyayı dökme, damlatma, fırlatma suretiyle sonradan aksiyon/hareket resmi adı verilen resimler yapmıştır. Bu özelliğinden ve 'kötü adam' imajından ötürü Jack the Dripper lakabıyla da anılmıştır.

1951'den sonra koleksiyonerler ve galerilerden daha değişik resimler yapması için baskılar gelmeye başlamış, bu baskılar karşısında Pollock'un varolan alkol sorunu daha da büyümüş, resimleri karanlıklaşıp figüratif öğeleri de kapsamaya başlamıştır. 1956'da yaptığı araba kazası sonucu ölmüştür.

Harekete ve sürece verdiği beden sanatı, süreç sanatı, performans sanatı, Fluxus, happening'ler gibi birçok çağdaş akımın temelini hazırlamıştır.

Happening, teyatral doğası olup senaryo dahilinde olmadan, doğaçlama yoluyla yapılan bir çeşit sanatsal etkinliktir. Terim olarak ilk defa Allan Kaprow'un "6 Bölümlük 18 Happening" (18 Happenings in 6 Parts) isimli eserinde kullanılmış ve yaygınlaşmıştır. Slayt gösterileri, dans, koku ve tad gibi hislere hitap eden etkinliklerin sahnelenmesi ve tecrübe edilmesi ön plana çıkar. Birçok örneğinde izleyici katılımı önemlidir ve ortaya çıkan estetik etki, tecrübe edilen etkinliklerin bileşimidir. Claes Oldenburg'un "Dükkân" (Store) (1961), "Oto-bedenler" (Autobodies) (1963), ve "Yıkamalar" (Washes) (1965); Robert Rauschenberg'ün "Harita Odası II" (Map Room II) (1965); Robert Whitman'ın "Amerikan Ayı" (The American Moon) (1960); and Kaprow'un "Çağrı" (Calling) (1965) isimli eserleri önemli happening'ler arasında sayılabilir.

1950lerin sonlarından itibaren, Happening, teatral doğası olup senaryo dâhilinde olmadan, doğaçlama yoluyla yapılan bir çeşit sanatsal etkinliği olarak kabul edilmektedir. Happeningler, herhangi bir yerde gerçekleştirilebilir, genelde multi-disiplinerdir ve bir anlatıcıya gerek duymadan, seyirciyi de çalışmaya dâhil etmenin yollarını arar. Happeninglerin kilit noktaları, sanatçı tarafından önceden planlanmasına rağmen, çalışmalarda genellikle doğaçlama da yapılmaktadır.

Alan Kaprow, ilk kez 1957 ilkbaharında, George Segal’ın çiftlik evindeki bir sanat pikniğinde, “Happening” terimini kullanmıştır. “Happening” yazılı olarak ise, ancak, 1958 kışında, Rutgers Üniversitesi’nde çıkan, “Anthologist” isimli edebiyat dergisinde yer alabilmiştir. “Happening”lerin biçimi örnek alınarak, ABD, Almanya ve Japonya’daki sanatçılar tarafından bu terim benimsenmiştir.

Bazen, 1950lerin ortalarında Kaprow’un öğretmeni olan John Cage’in Black Mountain Koleji’nde 1952’de gerçekleştirdiği “Theater Piece No. 1” performansı ilk Happening olarak görülse de, Kaprow’un “18 Happenings in 6 Parts” (1959) adlı çalışması genel olarak, ilk happening olarak kabul edilmektedir. 1950lerin sonlarına, 1960ların başlarına doğru New York’ta gelişip, yıldızı parlayan “Happening”lerin önemli katılımcıları arasında Carolee Schneemann, Red Grooms, Robert Whitman, Jim Dine, Claes Oldenburg ve Robert Rauschenberg sayılabilir.

1960larda ortaya çıkan Fluxus Hareketi’nde happeningin değişik bir biçimi olan “Event Scores” sergilenmiştir. Bu formun, happeningden farkı daima kısa ve basit olmasıdır.

İngiltere’de, ilk happeningler, Adrian Henri tarafından Liverpool’da düzenlenmiştir. Ancak, en önemlisi, 11 Haziran 1965’de Albert Hall’da gerçekleştirilen “Poetry Incarnation”’dır. O zamanın genç, avantgard İngiliz ve Amerikalı şairlerinin öncülüğündeki bu performansa şahit olan ve katılan izleyici sayısı 7000’dir. Katılımcılarından biri olan Jeff Nuttall, daha sonra Bob Cobbing ile birlikte çalışarak pek çok happening organize etmiştir.

Belçika’da, ilk happeningler, Brüksel ve Ostend’de, 1965-1968 yılları arasında, sanatçılar Hugo Heyrman ve Panamarenko tarafından düzenlenmiştir. Avustralya’da ise 1970lerin sonlarına doğru, Sidney’deki, “Yellow House Artist Collective”, 24 saat hiç durmadan süren happeninglere evsahipliği yapmıştır. Polonya’da, 1980lerin ikinci yarısında, öğrenci temelli bir happening hareketi, Waldemar Fydrych tarafından kuruldu. Waldemar Fydrych, General Jaruzelski tarfından yönetilen askeri rejim karşıtı, onbinin üzerinde katılımcının yer aldığı happeningleriyle tanınıyordu.

1999’da Brüksel’de ise, Free University of Brussels’in öğrencileri tarafından, happening’in ““Birşeyler olur” ve bazen sen bunlarla ilgili hiçbirşey yapamazsın” anlamını taşıyan değişik bir formu oluşturuldu.

Fluxus (Latince: akmak kelimesinden), ilk olarak 1960 yılında Litvanyalı-Amerikalı sanatçı George Maciunas tarafından John Cage'in 1957-1959 Back Mountain College'daki "deneysel kompozisyon" derslerine katılan sanatçılar ile tanışması sonrasında oluşturulmaya başlanmış uluslararası bir avant-garde gruba verilen addır. Fluxus'ın avant-garde bir grup olarak değerlendirilmesi konusu tartışmalıdır. Avangardizmin 1960'larda neo-avangardizm ya da transnasyonel bir estetik yaklaşımla yok olduğu ileri sürülebilir.

Fluxus, ilk olarak George Maciunas, Almus Salcius, vd. New York'ta ikamet eden Litvanyalıların, bir dergi çıkarmak amacı ile Litvanyalılar Kültür Derneği'ne teklif etmelerinde buldukları isimdir.(Bu dergi hiç çıkmamıştır). Maciunas'a göre Fluxus'un amacı "sanatta devrimsel bir gelgitin oluşmasını sağlamak, yaşayan sanatı ve karşı sanatı (anti-art) yaymak" idi. Bu açıdan Fluxus, Dada ile yakından ilişkilendirilebilir. Zamanın çoğu avant-garde sanatçısı Fluxus içinde yer almıştır. Bunlar arasında Joseph Beuys, Yoko Ono, Nam June Paik sayılabilir. Tabii bu isimler Joseph Beuys'un zaten kendisinin Fluxus dışında da oldukça tanınmış olması; Yoko Ono'nun birazda John Lennon ismi ile anılması ve Nam June Paik'in de (Fluxus öncesinde de oldukça tanınan) video sanatının kurucusu olması bakımından ön planda yer alan isimlerdir. Bunların dışında Dick Higgins, Alison Knowles, Robert Filliou, Henry Flynt, George Brecht, Robert (Bob) Watts, Mieko (Chieko) Shiomi, Takako Saito, Ay-O gibi daha bir çok ismi saymak mümkündür. Nicelik açısından Fluxus'a bakıldığında toplamda 40 ya da 80 kadar merkezi sanatçı figürünü görmek mümkündür. Nihai olarak ise sanatçılar, küratörler, akademisyenler, galeri sahipleri, koleksiyonerler vs.den oluşan yaklaşık 360 isimden bahsetmek olasıdır. 1960'ların çoğulculuğuna yol açması açısından önemli olup etkisi günümüzde de sürmektedir.

SES ve İMGE

John Cage, 4'33 by David Tudor

(1912–1992) John Cage, çağımızda kompozisyon yapmak için katı kuralların gerekli olmadığını en açık yüreklilikle kanıtlayan bestecidir. Bir ses olayının diğeri ile mutlaka bağlantılı olmadığım ve ses düzenlemesinde belli bir denetim gerekmediğini ileri sürer. Demokrasi dünyasında bir çalgı topluluğunun da demokratik kurallara oturtulabileceğine örnek vermek istemiştir. Şansa bırakılmış müzik, rastlamsallık, Cage'in buluşudur.

Bestecinin yorumcuya özgürlük tanıması, yorumcunun da besteye -bir ölçüde yönlendirilmiş de olsa- katkıda bulunması düşüncesi, çağdaş müziği çok etkilemiştir. 5 Eylül 1912'de Los Angeles'ta doğan Cage, 1930–31 yıllarında Paris, Berlin ve Madrid'de müzik, sanat tarihi ve mimarlık eğitimi alır. Kaliforniya'ya dönünce Cowell ve Schönberg'in öğrencileri olur.

1938'de Seattle'da bir vurma çalgılar orkestrası kurar. Aynı yıl hazırlanmış piyano'sunu ortaya çıkartır. Piyanonun tellerini birbirine bağlayıp, aralarına lastik, tokmak ve tahta gibi değişik cisimler yerleştirerek geleneksel tınısına yenilikler getirir. 1937'den sonra dans ve vurma çalgılar arasındaki bağlantıyı incelemeye başlayan Cage, 1942'den sonra New York'ta Merce Cunningham Dans Topluluğu ile uzun yıllar sürecek bir işbirliğine girer. 1941'de Chicago'da Yeni Müzik dersleri verir.

1952'de İmgesel Manzara no. 5 adlı, teyp içeren ilk yapıtını ortaya çıkartır. Aynı yıl 4'33" başlıklı sessiz yapıt da ortaya çıkar. Sessizliğin, müziğin bir öğesi olduğunu, yorumcunun 4 dakika 33 saniye sahneye çıkıp çalgısının önünde sessizce oturduğu zaman, kendi kalp atışlarından çevredeki en minimal sese kadar duyabileceğini ileri sürer. 4'33" üç bölümden oluşur ve her bölüm bir diğerine attacca ile bağlıdır. Çalgı piyano, keman veya flüt olabilir.

Cage'in Asya felsefesine yakın ilgisi, Zen Budizmi de yakından incelemesine yol açar. Böylece müzikte de zar atımıyla, rastlantının getireceği sonuçların denemelerine girişir. Bestecinin Sessizlik (1961) ve Pazartesiden Sonra Bir Yıl (1967) adlı kitapları vardır.

CAGE'İN BAŞLICA YAPITLARI
:

Orkestra: Hazırlanmış Piyano için Konçerto (1951); Piyano Konçertosu (1958); Atlas Eclipticalis (1961); Score-Thoreau'dan 40 Çizim (1974).
Piyano: Metamorphosis (1938); Sonatas and Interludes (1948); Music of Changes (1951); Piyano için Müzik (1952); 7 Haiku (1952); Su Müziği (1952).
Vurma Çalgılar: First Construction (1939); Second Construction (1940); Third Construction (1941); The Imaginative Landscape 1-5 (1939-52).
Elektronik Müzik: Fontana Mix (1958); Cartridge Music (1960); Bird Cage (1972).
Diğer yapıtları: 4'33" (1952); Çeşitlemeler 1-7 (1958-66); Music for Carillon No. 1-5 (1952-67); HPSCHD (1969); Kuvartetler 1-8 (1976).

4 Ekim 2007 Perşembe

RENKLERİN DİLİ

Resim Sanatı


Fragmentos de la historia de la pintura

Kırmızı

Sarı

Mavi

Ana Renkler

Turuncu

Yeşil

Mor

Ara Renkler

Çocukluğumuzda renklerin hepsi aynıdır; hepsinden büyüleniriz.

Kırmızı +

Sarı

= Turuncu

Yardımcı Renkler

Sarı +

Mavi

= Yeşil

Yardımcı Renkler

Mavi +

Kırmızı

= Mor

Yardımcı Renkler

Büyüyüp dünyayı ve insanları tanıdıkça işin rengi değişir; aralarında bir ayrım olduğunun farkına varırız

Siyah +

Beyaz

= Gri


Siyah ve beyazın renk olmadıklarını anlayana kadar.

Kırmızı

Kırmızı her ortama hayat ve enerji verir. Hormonsal artışı sağlayan, cinsel aktiviteyi artıran ve yaraların iyileşmesini kolaylaştıran kırmızı, düşünceyi de etkiler.

Ana renklerden biri olan ve birçok insanın ilk tercihlerinden biri olan kırmızı en dominant ve dinamik renk olarak tanımlanabilir. Çarpıcı ve heyecan verici doğasıyla kırmızı renk, dikkat çekicidir. Harekete geçiren etkisiyle ,bakan kişinin ilgisini toplar ve yoğunlaştırır.Kırmızı renk skalasında yer alan gül, kestane ve bordo renkler güzel ve ifade edicidir.,buna ek olarak evrensel olarak çekici ve duygusal renkler olarak bilinir.Bordo ve gül kırmızısı tonları ,özellikle çocukları eğlenceye çağırır ve sevgi duygusunu uyandırır.

Kırmızının dekorasyondaki etkileri, her ortama hayat ve enerji verir. Güçlü ve yoğun ışık olduğu zaman kırmızı bir mekânda daha fazla vurgulanır. Renkten en fazla söz edilen anlar ışık yoğunluklarının olduğu anlardır, diğer yandan az ışıklı ortamlarda kırmızı şiddetini kaybeder. Daha dingin ortamlarda saf kırmızı çok nadir kullanılır çünkü onun göze batan ve çok güçlü etkisi mekânı yorabilir. Diğer yandan daha iddialı ve hareketli yerlerde kırmızı, sıcaklık ve enerji kaynağıdır. Örneğin oturma odasında vurgulanan renk olarak kullanıldığında aile bireylerine canlılık verir ve yaratıcı etkinliklerde bulunmaları için harekete geçirir.

Kırmızı ateşin, tutkunun, öfkenin tehlikenin ve yıkımın sembolüdür. Diğer yandan cesaret ve onaylama anlamına gelir. Romalılar ve Sparta’lılar, savaşlarda motivasyon sağlamak için kırmızı bayrak kullanırdı. Bu durum, adrenalinin açığa çıkmasını sağlayarak enerji düzeyinin yükselmesine yardımcı olurdu Yunanlıların Savaş tanrısı Mars’ın kullandığı iki tekerlekli savaş arabası da kırmızıydı Mefisto hep kırmızı renk kullanarak resmedilirdi. .Ateşin ve kanın sembolü olan merhameti ve cömertçe sergilenen fedakârlığı da ifade eder.

Kırmızının insan sağlığı üzerindeki etkileri; Hormanal artışı sağlayan, cinsel aktiviteyi artıran ve yaraların iyileşmesini kolaylaştıran kırmızı, insan organizmasındaki faaliyetinin yanı sıra vücuttaki dengenin dağılmasına da yardımcı olur. Kan basıncını ve nabız seviyesini arttırdığı gibi belli bir süre sonra bu durum, tam tersine de dönebilir. Kırmızının koyu tonları, kanı hatırlatır ve canlılığı bastırır.
Kırmızı tüm insan sistemini harekete geçirir.duygusal sinirlere etkilidir,dolayısıyla koklama, görme, tat alma ve dokunma duyularını tetikler.Kan dolaşımını harekete geçirir ve sinir sistemini canlandırır.Hemoglobin kırmızı ışınlardan oluşmuştur.Bu ışınlar ısı yaratarak karaciğer kas sistemine ve sol beyin lobuna enerji ve canlılık verir,kas gevşetici olarak kırmızının enerji dolu etkisi mükemmeldir.Kırmızı ,vücutta birikmiş tuz kristallerini ayrıştırarak iyonlaşmayı da kolaylaştırır.Yaratılan iyonlar,elektromanyetik enerjiyi bütün vücuda taşırlar; ışınlar içinde yüksek miktarda demir iyonu bulunan tuz kristallerini ayırır ve ısıyı serbest bırakırlar.

Kırmızının vücut üzerindeki en belli başlı etkileri şöyle sıralanabilir:

Böbrek üstü bezleri: Böbreklerdeki adrenal bezlerinin işlevsel etkinliğini artıran bir etkisi vardır.
Kalp: kalbin işlevsel etkinliğini arttıran etkisi vardır.
İdrar bezleri: Salgılamayı arttırır.
Kırmızı ile tedavi edilebilir hastalıklar anemi, astım kan hastalıkları, bronşit, kabızlık, iç salgı sistemi bozuklukları, kaygı, felç, yorgunluk ve veremdir. Kırmızının kontrendlike olduğu durumlar ise duygusal rahatsızlıklar, hipmani, ateş, hipertansiyon ve sinir hastalıklarıdır.

Kırmız rengin psikolojik etkileri: Psikolojik olarak kırmızı etkileyici olmakla beraber yorgunluğu artırır ve sinirlerin daha fazla gerilmesine sebep olabilir. Diğer yandan pozitif etkisi ise yaratıcı düşünceyi kuvvetlendirmesidir. Kırmızı renk daha dışa dönük ve hayal gücü yüksek insanlar tarafından tercih edilir.,psikoterapide ruh halini desteklemesi ve melankoliye karşı durmasıyla yer bulmuştur.Kırmızı ,iç dünyaya olan ilginin dağılmasına ve bu ilginin dışarı doğru yönlenmesine yardımcı olur.Üretici etkinlikleri harekete geçirmek ve pozitif düşünceleri yeniden canlandırmak için kırmızı tedavi edici bir renktir.

Kırmızının çocuk gelişimi üzerindeki etkisi; Kırmızı çocukları da harekette geçiren bir renktir. Fiziksel anlamda tembel çocukların ufak tefek işler ve aile bireyleri ile birlikte spor yaparak enerjilerini harcayabilecekleri etkinliklere katılmaları için zindelik verir. Ancak kırmızının çok kullanımı, gereğinden fazla etkili olabilir; çocuklarının hiperaktif ve huysuz olmasına neden olur. Dolayısıyla aşırı agresif ve kızgın çocuklara kırmızı giydirmek yanlıştır. Etrafındaki kişilerin dikkatini çekmesi için çocuklar yine kırmızı rengi tercih ederler. Gül kırmızısı yaratıcılığı geliştirir ve üretken, eğlenceli etkinliklerde bulunmasını sağlar. Yumuşak dokusu, çocukların oyun odasında yaratıcı oyunlar gerçekleştirmeleri için son derece iyi bir seçimdir. Çocuklar, pastel kırmızı rengin bulunduğu ortamlarda ise kendilerini özgür ve kısıtlandırılmamış hissederler. Bu renk, sportif etkinliklerde aktif olma duygusunu da harekete geçirir. Oyun arkadaşları arasında sevgi duygusunu ve centilmen davranışları vurgular.

Turuncu

İştahı harekete geçiren ve tat alma duygusunu tetikleyen turuncuyu annenin doğum sırasında giymesi, süt üretimini arttırıcı yönde etki yapar.

Turuncu kırmızıyla benzer özelliklere sahip bir renk. Saf halinin yanı sıra açık tonlarıyla ve gölgeli tonlarıyla da sevilir. Ayrıca olgunluğu ve durağanlığıyla kırmızıdan daha az iddialıdır ve daha çok tercih edilir.

Turuncunu dekorasyondaki etkileri: İştah açıcı özelliğe sahip olduğu için özellikle yemek odalarında ve servi takımlarında kullanılan turuncu başkalarına karşı nezaketi ve saygıyı vurguladığı gibi sosyal etkileşimleri de arttırır. Dolayısıyla ortak kullanım alanları (salon, TV odası, mutfak)turuncu renk için en uygun ortamlardır. Turuncu, insanların algısını en çok ve en kolay etkileyen renklerden biri olarak bulunduğu grubu sayıca çok gösterir.
Eğer bir arada durduğunda olduğundan çok daha fazla sayıda ve sık görülmesini istediğiniz dekorasyon öğeleri varsa kesinlikle onları turuncu seçmelisiniz.

Turuncu rengin simgeleri: Turuncu, güç ve dayanıklılığın rengidir. Ayrıca sıcaklığı, ateşi ve telaşı simgeler. Neşenin ve bilgeliğin de sembolü olan turuncunun, insanlardaki sosyalleşme duygularını faaliyete geçirdiğini ifade eden uzmanlar, bu rengin aşırı kullanımının sinir sistemini olumsuz yönde etkilediğini vurguluyorlar. Uzmanlar, bu sebeple turuncuyu, yeşil ve mavinin tonlarıyla birlikte kullanmak gerektiğine dikkat çekiyorlar.


Turuncu rengin insan sağlığı üzerindeki etkileri; kırmızı ve sarı ışınlardan oluşmuştur ve iyileştirici etkisi kırmızı ya da sarı tek başına yapacağı etkiden çok daha büyüktür. İştahı harekete geçiren ve tat alma duygusunu tetikleyen turuncu neşeyi ve gücüde çağrıştırdığı için enerji açığa çıkarır. Fiziksel zevk alma duygularını ve sosyalliği harekete geçirir. Ciğerleri genişletir, kramplar karşısında gevşeticidir kalsiyumun emilimine yardımcıdır, nabzı hızlandırır. Annenin doğum sırasında turuncu giymesi, süt üretimini de arttırıcı etki yapar. Turuncunun açık tonları ise romantik duygulara hitap eder.

Turuncu rengin vücut üzerinden belli başlı etkileri şöyle sıralanabilir:

Solunum uyarıcısı: Solunumu arttırır.

Paratiroid depresan: Sağ ve sol tiroid bezlerinde bulunan 4 paratiroid bezinin işlevsel etkinliğini yok eder.

Tiroid enerji sağlayıcı: Tiroid bezlerinin işlevsel etkinliğini arttırır.

Antispazmodik: Kasların hareketinden kaynaklanan ani, şiddetli ve istemsiz sıkışmaları ve spazmı önler.

Antirasitik: Raşitizmi veya kemik erimesini önler.

Aromatik: Güzel kokuları ortaya çıkarır ve uyarıcıdır.
Turuncu ile tedavi edilebilir rahatsızlıklar arasında astım, bronşit, soğuk algınlığı, hipertiroid, zihinsel yorgunluk, iştahsızlık, romatizma ve kireçlenme sayılabilir. Turuncunun kontrendike olduğu bir durum ise tespit edilmemiştir.

Turuncu rengin psikolojik etkileri; sosyalliği ve iyi huyluluğu arttıran bir renk olan turuncu hayatı daha mutlu olarak algılamayı sağlar. Sinir sistemi gergin olanların turuncu kullanmaları önerilir çünkü bu rengin tüm tonları depresyona karşı birebir ilaç olarak görülür. Burnunla beraber turuncu kırmızı gibi dışa dönük ve heyecan vericidir. Canlılığı, yaratıcılığı, güveni, cesareti ve iletişimi kuvvetlendirdiği için psikolojik olarak insanı yaşama motive eder.


Turuncu rengin çocuk gelişimindeki etkileri;İlk olarak turuncunun, sessiz ve utangaç bir çocuğun kabuğunu kırması için en uygun renk olduğunu söylemeliyiz. Bu rengin samimiyeti vurgulayan doğası, çocuklar arasındaki etkileşimi arttırır ve pasif bir çocuğun daha katılımcı olmasına yardımcı olur. Diğer yandan turuncu, oyunlarla dolu canlı bir gün ve kutlamalar için seçilecek en eğlenceli renktir. Açık turuncu, çocukların mizah duygusunu harekete geçirir. Şeftali rengi ise, gerçek dostluğu vurgular.

Beyaz

Beyaz saflığın, yeni başlangıçların ve barışın rengidir. Bozulmamış, değerini kaybetmemiş ve kutsal sayılan kavramlar beyaz renkle temsil edilir. Işığı yansıtan ve ortama ferahlı kazandıran beyaz, parlak ve enerji vericidir. Bunun yanı sıra asaleti, zarafeti ve soğukkanlılığı da ifade ettiği için, tıpkı saf ve mutluluk verici olduğu gibi soğuk ortamlar yaratmak istenildiğinde de kullanılır.


Beyazın dekorasyondaki etkileri; Beyaz özellikle hastaneler ve ilaç firmaları gibi sağlık ve hijyeni vurgulamak isteyen mekânlar için tercih edilen ilk renktir. Bunun yanı sıra istikrarı v devamlılığı da temsil ettiği için beyaz rengin kullanıldığı ofisler daha güven verir. Gözleri dinlendiren ve mekânı gerçek boyutlarından daha büyük gösteren beyaz, neredeyse tüm mimarlar tarafından tavsiye edilen bir renktir. Işık, seçilen beyazın tonunu etkiler. Kuzeye bakan bir odada kreme yakın, güneşli bir odada ise, griye yakın beyaz kullanabilirsiniz. Beyaz dengeleyici ve net kişiliğiyle birçok mekânın kurtarıcısı ve gözdesidir.


Beyaz rengin simgeleri; Beyaz saflığı ve iyiliği simgeleyen renktir.Işığın sembolüdür;; masumiyeti ve saflığı da temsil eder.Barışçıl, uzlaşmacı, doğrucu ve rahat davranmayı simgeler.Çinliler beyazın matem rengi olduğuna inanırken aslında beyaz, genel olarak tüm insanlar için mutlu ve sevinçli günlerin rengidir. Gümüş rengine yaklaşan beyaz ise, inancı ve kutsallığı temsil eder.


Beyaz rengin insan sağlığı üzerindeki fiziksel etkileri; Beyaz temizliği sembolize eden bir renktir. Bu renk merkezi düzenli çalışan kişiler son derece adil, iyiliksever ve toleranslı kişilerdir. Beyaz renk merkezi düzenli çalışmayan insanlarda ise merhametsizlik, kendine acıma, inzivaya çekilme insanlardan kaçma gibi belirtiler ortaya çıkar. Beyaz renk ile ilgili tedavilerde uzmanlar hastalarını üzerinde altın, inci ve elmas gibi kıymetli taşları bulundururlar. Bağırsak, akciğer hastalıkları ve şeker tedavisi beyaz renkle yapılır.


Beyaz rengin psikolojik etkileri; Bu rengi sevenler, çatışmadan uzak, farklı ve özgür bir dünyanın arayışı içinde olan insanlardır. Beyazın saflığına inana kişiler aydınlığı seven, okumayı, düşünmeyi ve yorumlamayı severler. Boşluk duygusu içinde hayal dünyalarının çok geniş olduğu fark edilir. Beyazı sevenler, temizliği saflığın ve masumiyeti de severler. Soğukkanlı tarafları güçlüdür ve bu da etrafındaki diğer insanlara çok etkiler. Bununla beraber, beyaz rengi kullananların herkesle anlaşabilecek kadar geniş görüşlü oldukları saptanmıştır.


Beyaz rengin çocuk gelişimindeki etkileri; Beyaz renk, çocukların olumsuz bir durumda toparlanmalarını, yaşamda yeni bir yönde ilerlemelerini sağlar. Kendine has saflığı ile özdeşleşen beyaz bir evde büyüyen çocuklar karalılığı severler. Temizlik alışkanlığını diğer çocuklardan daha çabuk edindikleri gözlemlenmiştir.

Pembe

Pembe, sabah güneşinin rengi, dişi duyguların ifadesidir. Yaşam dolu, mükemmel ve enerji veren bir renktir. Sağlıklı olmanın ve daima genç kalmanın ifadesi olarak da tanımlanabilir. Pembe enerjisini kırmızıdan alır. Kırmızıya göre daha yumuşaktır. İlkbaharın rengi olarak da tanımlayabileceğimiz pembenin bu saf yönü aynı zamanda kusursuz bir dünyanın ve hayaller peşinde koşulan bir yaşamın da habercisidir. Pembe çekicidir, hünerlidir ve fantezi doludur. Dişi yönü gizleyemeyecek kadar aydınlıktır.


Pembenin dekorasyondaki etkileri; Hayallerin rengi pembe, ortama kazandırdığı enerjinin yanı sıra hassas etkileriyle çalışma alanlarında pek tercih edilmez. Daha olumlu bir yaşamı düşlemenin rengi olarak, özellikle dekorasyonda kız çocuklarının odalarında kullanılır.


Pembe rengin simgeleri; Pembe saflığın, şekerin ve bebekleri ifadesidir. Hayalleri sembolize eden pembe, tıpkı kırmızı gibi aşı çağrıştırır. Ancak kırmızı aşkın tutku yönünü yüceltirken pembe, romantik ve saf aşkın simgesi olmuştur.


Pembe rengin insan sağlığı üzerindeki psikolojik etkileri; Pembe rengin insan hayatında eksik olması fizyolojik olarak epilepsi, sinir hastalıkları ve böbrek rahatsızlıklarına neden olur.
Tedaviye devam edildiği sürece kara üzüm, dut, lahana, pancar vb. besin maddelerinin tüketilmesi tavsiye edilir.


Pembe rengin psikolojik etkileri; Pembe insanları sever. Pek çok kere pembe, partinin ve eğlencenin rengi de olmuştur. Özellikle koyu pembe, kişiler arasındaki enerji değişimini sağlar. Tutkunun rengi kırmızı eyleme geçme isteği uyandırırken, pembe fiziksel bir uyarıcı rolündedir. Pembe aynı zamanda yaratıcılığı da etkiler. Pek çok kişi pembenin dişi rengi olduğunu düşünür. Erkeklerden çok azı bu rengi yaşamlarında kullanır.


Pembe rengin çocuk gelişimindeki etkileri;Pembe renk çocukların kolaylıkla uykuya dalmalarına yardımcı olur. Özellikle kız bebeklerde kullanılan pembe, neşeli ve mutlu bir büyüme dönemine de etkili olur. Pembe rengi seven çocuklar çekingen olmalarına karşın bunu iyi şekilde saklarlar.

Kahverengi

Kahverengi toprağın, yani doğumun ve bereketin rengidir. Kahverengi hareketleri hızlandırır. Bu rengi seven insanlar fiziksel olarak çok duyarlıdırlar, tenleri çok hassastır ve sinirleri mükemmeldir.

Kahverengi toprak rengi olduğundan kaybolmanın ve saklanmanın da rengidir. Kıyafetlerde pek fazla tercih edilmez, çünkü kahverengi giyen insanlar dikkat çekmezler. Kahverengi, rahat bir renk olarak kabul edilir. Bej gibi açık tonları ise ferahlığı, açık yürekliliği ve samimiyeti tanımlar. Kişinin kendini rahat, resmiyetten uzak hissetmesini ve paylaşımcı olmasını sağlar. Birçok kişi kahverengi rengini kullanmaktan kaçınır ancak tonlarıyla kullanıldığında uygulama alanları genişler. Kahverengi, sarı, turuncu ve kırmızı ile birlikte zengin ve derin bir anlam verir. Açık maviyle birleştirilince, modernizmi ve sportifliği anlatır. Bejle birleştirildiğinde ise aktif, sofistike ve genç bir görünüm verir. Bu yüzden modada ve iç tasarım endüstrisinde kahverengi ve bej en çok kullanılan renkler arasındadır.


Kahverenginin dekorasyondaki etkileri; insan hareketini hızlandırdığı için özellikle fastfood restoranları, iç mekanlarında kahverengini kullanırlar. Sosyal dengeyi ve toplum içinde rahatlığı sağlayan renkler olarak ev dekorasyonunda da sıkça kullanılan kahverengi ve bej, özellikle zemine hâkim olmalarıyla, güvenlik duygusunu ve toprağın yarattığı rahatlık hissini verirler. Sıcak nötr nitelikleri, güvenlik ve bağlılık duygusu yaratır. Diğer yandan yemek ve oturma odalarında şeftali rengiyle birlikte kullanıldıklarında, hem samimi hem de çocukların öteki kişilerle etkileşimi için sıcak bir ortam yaratır.


Kahverenginin simgeleri; sağlamlık, güvenilirlik, rahatlık, dayanıklılık, basitlik ve dostluğu simgeleyen bir renktir. Toprağın yani doğumun ve bereketin rengidir. Aura rengi olarak fazla rastlanmasa da anlaşılır ve pratik bir karakteri olan insanlar bu rengi tercih ederler. Başarıya yavaş yavaş ulaşmanın simgesidir. Açık ve dürüst hareket etmenin sembolüdür. Ancak kahverenginin diğer renklerle karışması bu özelliklerini gölgeleyebilir. Sönük ve kırmızımsı bir kahverengi, duygusallığı daha ön plana alır. Bej anlayışın ifadesiyken koyu kahverengi ise huysuzluğu ve eleştirel bir yapıyı temsil eder.

Kahverenginin insan sağlığı üzerindeki fiziksel etkileri; Kahverengi hareketleri hızlandırır. Bu rengi seven insanlar fiziksel olarak çok duyarlıdırlar, tenleri çok hassastır ve sinirleri mükemmel bir alıcı olarak çalışır. Bu renk üzerine, Kansas Üniversitesi için bir sanat galerisinde yapılan deney sırasında duvarları rengi bilgisayar yardımıyla değiştirilebilir hale getirilmiştir. Fonda beyaz kullanıldığında insanlar sergide yavaş hareket etmiş, kahverengiye döndüğünde ise insanlar daha hızlı hareket etmişlerdir ve bu şekilde müzede daha az zamanda gezmeyi başarmışlar.


Kahverenginin psikolojik etkileri; Renk listesinin başında olan kahverengi olan kişiler, daima özel bir çevreye ihtiyaç duyarlar çünkü kendilerini ancak bu çevrede güvenli hissederler. Kahverengi gözlü insanlar çoğu zaman duygularına göre davranırlar, yalnızlık onlara göre değildir ve her an birilerine ihtiyaçları vardır. Psikolojik rahatlık onlar için önemlidir, kaotik bir yaşam sinirlerini yıpratır. Gerek duygusal gerekse maddesel güvensizlik onları herkesten fazla yorar. Huzursuz, gerilimli ve sıkıcı atmosferlerden daima kaçarlar ve yüksek elektrikli ortamlar onları dünyaya küstürebilir. Kahverengiyi tercih eden erkeklerin davranışları, yaşayışları ve giyinişleri sadedir. Hayatta çok çabuk tatmin oldukları için pek fazla para harcamazlar. Müstakil yaşamasını seven kişilerdir. Makul olurlar bu yüzden duyguları çok ön planda değildir. Sakinliği her durumu enine boyuna düşünmeyi ve çabuk karar vermemeyi severler. Davranışlarında tutarlılık görülür. Kahverengini tercih eden kadınlar ise, geniş hayal gücünden uzak ve metodik olurlar. Daima doğruyu sevdikleri için zararsız bir yalan söylemekten çekinirler. Sabır ve sevgileri sonsuzdur. Onun için çok iyi birer anne olurlar.

Çocuk gelişimindeki etkisi; Kahverengi, çocuklar üzerinde güvenilirlik, yaptıkları her işi sağlamlaştırma etkisi yaratır. Ayrıca yardımsever olmalarında da etkili olan renktir.

Yeşil

Dinlendirici bir renk olan yeşilin yorgun insanlar üzerinde yatıştırıcı, sakinleştirici bir etkisi vardır. Özellikle mavi ile karıştırılmış yeşil, pasif, sinirli ve tansiyonlu anları azaltır.

Yeşil, sakinleştirici, iyileştirici ve yapıcı nitelikleriyle insanları olumlu etkileyen bir renktir. Özellikle zümrüt yeşili, ortak hedefler için çalışmayı hızlandırır; ayrıca bireysel hedeflerin gerçekleşmesine yardımcı olur. Yeşil güven duygusunu anlatır, bu yüzden bankaların en çok tercih ettiği renklerin başında gelir. Elbette savunma sektörü ve askeri alanlarda da. Diğer yandan doğanın dinginliğini de çağrıştırdığı için, hastanelerin iç yüzeylerinde, doktorların üniformalarında ve ameliyathanelerinde yeşili tercih edilir. Çocuklar, florasan yeşil ve parlak limon yeşili gibi yaratıcı gücü geliştiren renkleri çok severler.


Yeşil rengin dekorasyondaki etkileri; Yeşil gözleri dinlendiren ve heyecan duygusunu azaltan bir renk olduğu için mekânlarda huzur verir. Açık tonları daha duygusal atmosferler için tercih edilir. Sonsuz bir tinsellik ve barışıklık duygusu da yarattığı için evlerde bol miktarda yeşil bitkiler bulundurulması tavsiye edilir. İlkbahar mevsimini çağrıştıran özelliği ile uygulandığı her mekâna temiz hava ve canlılık katar. Diğer yandan ofislerde kullanılan yeşil renk, güven verici bir izlenim bırakır.


Yeşil rengin simgeleri; Doğanın simgesi olan yeşil, yaşama umudunu simgeler. Koyu yeşil renk haset, kıskançlık ve batıl inanç anlamlarını taşırken açık yeşil, yeni bir yaşamın, enerjinin ve bereketin rengidir.


Yeşil rengin insan sağlığı üzerindeki fiziksel etkileri; Dinlendirici bir renk olan yeşilin yorgun insanlar üzerindeki yatıştırıcı, sakinleştirici bir etkisi vardır. Özellikle mavi ile karıştırılmış yeşil, pasif, sinirli ve tansiyonlu anları azaltır. Gerginliği ve kan basıncını düşürür, hipnoz edici etkisi vardır, kılcal damarları açarak sıcaklık hissi uyandırır. Yeşil ışınlar, duyguların dengelenmesine yardım eder ve hipofiz bezini uyarır. Afrodizyak özelliğinden ötürü cinsel zindelik için kullanılır. Yeşil titreşimler bakteri, virüs ve diğer mikroplara karşı dezenfektan rolü oynar.
Pastel yeşil ya da koyu ise, kaslar ve kemikler üzerinde yapıcıdır.

Yeşil rengin vücut üzerindeki en belli başlı etkileri şöyle sıralanabilir:

Antiseptik: Zayıflamayı önler.
Dezenfektan: Mikroorganizmaları ve bakterileri yok eder.
Yeşil ile tedavi edilebilir rahatsızlıklar arasında astım, yorgunluk, nezle, uykusuzluk, asabiyet ve çeşitli sinir hatsallıkları yer alır. Yeşilin kontrendike olduğu bir durum tespit edilmemiştir.


Yeşil rengin psikolojik etkileri; Gözleri ve bedeni en çok dinlendiren renk olan yeşil, sıcak havalarda serin, serin havalarda sıcaklık hissi verir. İnsanlara umut duygusunu aşıladığı gibi kendini psikolojik ve bedensel olarak iyi hissetmeyi de sağlar.
Psikolojik olarak yeşil renk, yüksek tansiyonlu ortamlardan çekilmeyi temsil eder. Oturarak yapılan aktiviteler, konsantrasyon ve meditasyon için bu renk idealdir.


Yeşilin çocuk gelişimi üzerindeki etkileri; Yeşil, çocukların birbirleriyle arkadaşça ve yardımsever bir şekilde iletişim kurabilecekleri samimi bir ortam yaratır. Aynı zamanda, çocukların kendilerine olan saygılarını ve çevreyle uyum için yaşayabilme yeteneklerini geliştirmelerine yardımcı olur Diğer yandan yeşil, arkadaşlarla yaşanabilecek zor durumlarda kendine güveni vurgular. Başkalarından yardım istemek için onlara yaklaşabilmeleri konusunda çocukların kendilerini rahat hissetmelerine yardımcı olan yeşil renk, eğiticilik rolü bakımından da hâkim bir renktir.

3 Ekim 2007 Çarşamba

MEKANLARIN TÜKETİMİ, Yrd. Doç. Dr. Sedef Altun

"Tüketim bastırılamaz, çünkü bir yokluk üzerine kuruludur."
Jean Baudrillard










Mısır piramitleri
İskenderiye feneri
Babilin asma bahçeleri
Efes'teki artemis tapınağı
Olimpos'taki zeus heykeli
Kral mausoleus'un mozolesi
Rodos heykeli

Zengel, tüketim kavramının belirli sektörlerde daha yoğun olarak vurgulanmasının kentlerin ekonomik, kültürel ve sosyal dengelerini değiştirmeye başladığını belirtmektedir. Her şeyin tüketim toplumuna göre belirlendiği bu küreselleşme sürecinde küresel firmalara odaklanan ve onların sürekli büyüyerek güçlerini arttırmasına endekslenen yeni düzenleme arayışları, makro ve mikro ölçekte kentsel mekanı yeniden şekillendirmeye başlamıştır. Toplum içinde oluşan sınıflaşma ve ayrışmalar mikro ölçekte farklı yapı tipolojilerinin oluşmasını, dolayısıyla mimarlık eyleminin de tüketim ideolojisine göre örgütlenmesini gerektirmiştir. Yırtıcı mimarlıktaki “izm”ler kalabalığını, tüketim ilişkilerinin bir yansıması olarak değerlendirmiştir. Dönemin mekansal boyutta ayırt edici özelliği ise; üst orta sınıfın yaşam tarzlarına aracılık eden ve asal fonksiyonları alışveriş merkezleri gibi tüketim olmayan, barınma, sağlık, eğitim, kültür, çalışma vb. mekanlarının birbiri içine işlevsel geçişlerle ya da üst üste gelmelerle, tüketime endeksli mekanlar olarak kurgulanmalarıdır. Lüks konut siteleri, sağlık ve spor tesisleri, eğlence ve oyun merkezleri, müzeler, kültür merkezleri, üniversite kampusları ve tatil köyleri ve büyük otel zincirleri, moda ile tetiklenen, sadece mal değil hizmet tüketimini de kapsayan yeni mekân kurgularıdır. Özellikle tatil amaçlı konaklama tesisleri, bu tüketim zincirinin önemli bir halkasını teşkil etmektedirler.















Chichen Itza piramidi (M.Ö. 800 öncesi) Yucatan Yarımadası, Meksika

1. Zaman-mekân Sıkışması
Yeni tüketim mekânları, zaman ve mekân kavramlarının bilinen yapısında ve anlamlarında devrimci bir dönüşün yaratmıştır. Dönüşümün anahtar kelimesi sıkışma ya da daha kapsamlı bir ifadeyle birbirine geçiştir. Birbirine geçme ifadesi, sınırların bulanıklaşmasını ya da yok olmasını, farklılıkların birbirine geçmesini anlatmaktadır. Harvey, zaman-mekan sıkışmasının beş etkisine işaret etmiştir: kısa ömürlülük, elden çıkarılabilirlik, geçicilik, gösterge ve imajlar, simulakrumlar. Bu etkilerden, zaman-mekan sıkışmasını mimarlık bağlamında en iyi örnekleyenler, bir kısım simulakrum üretimini de kapsayan gösterge ve imajlardır. Küresel sermayenin örgütlediği yeni tüketim mekânları, coğrafi sınırların yok olduğu dolayısıyla, aidiyet duygusu yerine bir yere ait olmama / her yere ait olma duygusu veren, bağlamından kopuk, kendi mekânını kurgulayan, kısaca küresel olan ortamlardır. Ancak, Süer ve Yılmaz Sayar’ın aktardığına göre Harvey; mekânsal engellerin çöküşünün mekânın öneminin azaldığı anlamına gelmediğini hatta paradoksal bir biçimde mekânsal olarak farklılaşmış niteliklere daha duyarlı hale gelindiğini ve yerel özelliklerin vurgu kazandığını belirtmektedir. Aslında, değer kazanan “yerel” özellikler, küresel ölçekte yaşanan kültürel krize uyum sağlamanın aracıdırlar. Artık yerel olan, bir pazarlama nesnesi/aracı olarak ön plana çıkmaktadır. Bu durumun en iyi örnek alanlarından biri, ulaşım teknolojilerinin gelişimi ile birlikte mekansal mesafelerin ve sınırların kaybolmasından en fazla yararlanan turizm sektörüdür. Yerel imajlar turistin tüketim nesnesidir. Yeni tüketim alanları, kendi kurguladıkları zamanı yaşatan mekânlardır. Zengel’e göre modern dünyada toplumsal pratiğin ayrı ve düzenli bir alanı olarak boş zaman örgütlenmesini tanımlayan turizm, tüketim kültürüyle birlikte farklı anlamlarla yüklenmiş mekânlar üretemeye başlamıştır. Turizm mekânlarında modern bireye ait bir kavram olan “boş zaman”, sunulan hizmetler aracılığıyla tüketilmektedir. Zaman-mekân sıkışması nosyonunun birbirine geçiş fikriyle birçok ortak yanı vardır. Mekân açısından birbirine geçiş fikri ile ifade edilmek istenen; mal ve/veya hizmet sunan, farklı fonksiyonların birbirlerine eklemlenerek tüketime endeksli yeni mekânsal kurguları oluşturmalarıdır. Zaman açısından vurgulanmak istenen ise, zamanın, sınırlarının yok edilerek birbirine geçirilmesidir. Zaman ve mekânın birbirine geçişinin en iyi gözlemlenebileceği mekânlardan biri olan Disney Dünyaları ile ilgili olarak Süer ve Yılmaz Sayar aşağıdaki açıklamaları yapmışlardır:

"Euro Disney Dünyası beş tema parktan –Main Street USA, Adventureland, Fantasyland, Frontierland, Discoveryland oluşmaktadır. Disney Dünyasında geçmiş ve gelecek, serüven ve fantezi, masal ve bilim kurgu arasında zaman ve mekanın sınırlarını zorlayan yolculuklar, sisteminin omurgasını oluşturan ve isminde de anavatanına gönderme yapılan, Ana Cadde ABD’de başlar ve biter. Simule edilmiş insanlar (minie, mickey, pamuk prenses ve yedi cüceler v.b.) ve simule edilmiş mekânlar (geçmiş yüzyıla ait tipik bir Amerikan kasabasının ana caddesi, geleceğe ait uzay gemileri, şatolar, v.b.) aracılığıyla eğlencenin yanı sıra her şeyi tüketmemizi sağlayan bir ortam sunulur. … Zaman- mekân açısından birbiri içine geçmiş bu dünyalar, tüketicileri kendine çeken ve onları tüketmeye sevk eden bir gösteriyi temsil ederler. Bu kadar fantazmagorik, bu kadar seyirlik olmalarına yardımcı olan bu yetenekleridir. Bu yetenek mal ve hizmet satma kapasitesini arttırır."

















Kurtarıcı İsa Heykeli (1931) Rio de Janeiro, Brezilya


Yeni orta sınıf' ın yaşam tarzlarını aktaran alışveriş merkezleri, uydu kentler, villa siteler, tatil amaçlı konaklama tesisleri gibi, farklı işlevsel sınıflamalar altında şekillenen modasal estetiğin ön plana çıktığı, zaman ve mekânın birbirine geçtiği bu mekânlar aslında, kendilerinin de görsel açıdan tüketildiği yerlerdir. Zengel’in aktardığına göre, zaman ve mekânın görsel tüketimi üzerine Zukin artık kentlerin bir gösteriye, “görsel tüketimin düşsel peyzajı”ına dönüştüğünü ifade etmektedir. Zukin’e göre bu düşsel peyzajlar tüketim için varolan simüle edilmiş yerlerdir. Bu tür yerler insanların içsel yaşamını, kamusal dünyadan ve etkilerinden bir duvar ile ayırmaktadır. Bu bağlamda deneyimlerin ve hazzın tüketilmesine ağırlık veren temalı parklar, eğlence ve rekreasyon merkezleri ve turistik merkezler gibi boş zaman tüketim biçimleri sadece seyirlik ve popüler mekanlar yaratarak, görsel tüketimin en gerçek ve dramatik düşsel peyzajlarını oluşturmaktadırlar. Urry’nin aktardığına göre ise Zukin, müteahhitlerin, aynı zamanda içlerinde tüketimin gerçekleştiği sahneler, dekorlar olan iktidarın yeni pazarlarını, görsel tüketimin düş peyzajlarını nasıl kurabildiklerinden söz etmektedir. Bu tür yapılmış peyzajlar, insanların doğdukları ya da taşındıkları yer üzerinde tarihsel olarak kurulmuş toplumsal kimlikleri açısından önemli sorunlar taşımaktadır. Buna karşın Euro-Disney’deki Main St. Ya da Gateshead’ın yakınlarındaki Metro Center’deki temalı Akdeniz köyü gibi postmodern peyzajlar, tümüyle yere ilişkindir. Ancak buraları, tüketilen yerlerdir. İnsanların doğdukları veya yaşadıkları ya da bir toplumsal kimlik duygusu sağlayan yerler değil, simüle edilmiş yerlerdir. O halde postmodernleşme, anlık zaman tarafından mekânın fethedilmesidir.














Roma Coliseum’u (M.S. 70 - 82) Roma, İtalya

2. Yer Kavramı
İnceoğlu ve İnceoğlu’nun aktardığına göre Dovey, bir “yer tasarlanabilir mi? yer yapmak, tasarlamak diye bir eylem olabilir mi?” sorusunu sormakta ve yer duygusu şu özelliklerden kaynaklanır: “içinde anılarımızın ve çabalarımızın barındığı ilgi alanı, gözlenen rutin eylemler, kamusal ritüeller, özel fırsatlar sonucu ortaya çıkan eylemler, büyük kutlamalar, ünik, törensel ve coğrafyaya ilişkin olaylar, ilginç ve dikkate değer arazi formu, özel işlevli binalar, düzenlemeler, simgeler, işaretler, anıtlar, oriyantasyona yardım eden doğal olaylar” yanıtını vermektedir. Lynch de “içinde her türlü insan eylemini barındıran yer duygusu birikimlidir, anılarda birikir” demektedir. Yürekli ve Yürekli’ye göre: “Mimarlığın asıl bileşeni “tam bulunduğu yer”dir. Mimarlık ürünü bulunduğu yerin karakterini –yani onu başka yerlerden ayıran özelliklerini– “genius loci”yi ortaya çıkarmak, görünür, kavranır hale getirmek ve geliştirmek durumundadır. Klasik olarak “mimarlık bulunduğu yer ve zamanı yansıtmalıdır” şeklinde özetlenen “otantiklik” anlayışına da değinmek gerekmektedir. Bulunduğu yer ve zaman kavramları yeni yorumlara muhtaçtır. Bulunduğu yer demek ülkenin gelenekleri demek değil, o yerin her ölçekte “ayırıcı görsel karakteri” (genius loci) demektir. Bulunduğu zaman ise yaşanmakta olan günün olanak ve kısıtlamaları demek değil, bulunduğu çağın ilerisi için öngörmeye başladıkları demektir.” Urry ise Lynch’in sorduğu, “Bu yerin zamanı ne?” veya daha çok “Bu çevrenin zamanı ne?” gibi soruları tekrarlamaktadır. Ona göre çevreler, bu “zaman” ile tutarlı göründükleri taktirde, görsel olarak tüketileceklerdir. İnsanların otantiklik ile kastettikleri, fiziksel ve inşa edilmiş çevre ile belirli bir tarihsel dönem arasında tutarlı bir ilişkinin bulunmasıdır. Birey veya topluluk olarak insanın kimliğinin oluşması “bir yere ait olmak” ile ilintilidir. Abalı ve diğerlerinin aktardığına göre, Norberg-Schulz, “insan hiçbir yere ait değilse dünyanın vatandaşı olmaz” demektedir. Ait olduğu yerin kimlikli oluşu da insanın kimliğinin gelişimine olumlu yönde katkı yapmaktadır. Turizm mekânının, “yer”in, kimliği ise üzerinde durulması gereken bir konudur. Özellikle yer imajının bir parçası, giderek gerçek veya potansiyel ziyaretçiler için üretildiğinde, küreselleşme ve parçalanma süreçlerinin orta yerinde kimliklerin nasıl kurulduğu tartışılmalıdır. Kimlik, neredeyse her yerde kısmen turistler için kurulmuş imajlardan üretilmek zorundadır. Bir mahalle, kasaba veya bölgenin mekânları, yerel insanların artık o yeri kendi mekânları/yerleri hissetmeyecekleri ölçüde turistler tarafından doldurulur. Pek çok turist, görsel olarak mekanı kendilerine mal ederek ve yerel insanlara mekanlarını yitirdikleri duygusu yaşatarak geçip gider. Urry, “yeni ve şaşırtıcı küresel mekânda ‘yuvada’ olma ihtiyacı”ndan söz eden Morley ve Robins’in görüşlerine yer vermektedir: “Vurgulanması gereken iki nokta vardır: Birincisi, şaşırtıcı küresel mekanın, kısmen turistlerin büyük küresel akışlarının ürünü olması ve ikincisi, bu tür akışların insanın yuva duygusunu bozması. O halde, “akışlara özgü mekânın… Yerlere özgü mekânın yerine geçmesi” durumuna hangi mekânsal anlamlar yüklenebilir ya da geliştirilebilir? Bu akışlara özgü mekân, kısmen turistlerden oluşur ve bu da pek çok yerin, büyük sayıda ziyaretçi çekmesi ve alması etrafında kurulduğu anlamına gelir.” Çoğu zaman turizmin yerel kültürlerin içeriğini boşalttığı, turistlere yönelik bir yerellik dekoru yarattığı söylenmektedir. Çünkü turizmin metalaştırdığı şeylerin başında öteki kültürlere ait olan şeyler gelmektedir. Turizm ötekini eklemlemekle, devşirmekle, keşfetmekle kalmamakta, ötekinin yeniden tasarlanmasını ve yeniden üretimini de sağlamaktadır.















Çin Seddi (M.Ö 220 ve M.S. 1368 - 1644), Çin

3. Yok-mekân
(non-lieu yada tüketim tapınakları)
Fransız antropolog Marc Auge ilk Fransızca baskısı 1992’de yapılan, İngilizce’ye 1995’te çevrilen “Non-lieux: Introduction a une antropologie de surmodernite” adlı kitabında bugünün dünyasında iki tur mekan bulunduğu saptamasını yapmaktadır: Kendi deyimiyle “lieu” ve “non-lieu” kavramlarını, Tanyeli “mekan” ve “yok-mekan” kavramları olarak tanımlamıştır. Tomlinson’un aktardığına göre, Auge “yok-mekân”ı şu şekilde betimler:

"Eğer bir mekan ilişkisel, tarihsel ve kimlikle alakalı olarak tanımlanabilirse, ilişkisel, tarihsel ve kimlikle alakalı olarak tanımlanamayan bir mekan “yok-mekan” olacaktır... İnsanların klinikte doğup hastanede öldükleri, transit noktalarının ve geçici evlerinin lüks ya da insani olmayan şartlar altında hızla çoğaldığı (oteller zincirleri ve gecekondular, tatil kulüpleri ve mülteci kampları, varoşlar…), yine ikamet edilen mekânlar olan ulaşım araçlarının oluşturduğu yoğun bir ağın gelişmekte olduğu; süper marketlerin, bozuk para ile çalışan makinelerin müdavimleri, kredi kartı kullanıcılarının soyut, dolayımsız bir değiştokuşla sözcükler olmadan, vücut hareketleriyle ilişki kurduğu; dolayısıyla da yalnız bir bireyselliğe, elden kayan, geçici ve efemeral olana teslim olmuş bir dünya, antropoloğa (ve diğerlerine) yeni bir nesne sunar."




















Petra (M.Ö. 9 – M.S. 40) Petra, Ürdün

Auge’nin örnekleri havaalanları bekleme salonları, süper marketler, otoyollar ve çeşitli hizmetlerin verildiği benzin istasyonları, köşe başındaki bozuk para makineleri ve yüksek hızlı trenlerdir. Bu üstmodern mahaller, Auge’ye göre “organik bağı nedeniyle toplumsal olanı oluşturan” “antropolojik mekân”dan farklı olarak “yok-mekân”dır. Tanyeli, kitlesel turizm mimarlığı diye adlandırılan mimari etkinliğin büyük bir parçasının, yani tatil köylerinin, otel zincirlerinin ve devre-mülk sitelerinin tipik yok-mekân, “non-lieu” örnekleri olduğunu belirtmektedir. Çavdar ise turizm mekânlarının; tam anlamıyla bir turist depolama silosuna dönüşen ve kullanıcılara yaşadıkları çevrenin kültürel zenginliğinden, çağların bu yerde dünya kabuğu üzerinde, yaptığı değişikliklerin yaşamla karışan özgün izlerinden hiçbir şey vermeyen yok-mekânlar olduğunu belirtmektedir.
Yukarıda da belirtildiği gibi Auge’ye göre, “lieu”nun üç temel özelliği vardır: “İnsanlar ‘mekân’ın kimlik yeri, ilişkiler yeri ve tarih yeri olmasını isterler”. Tanyeli’ne göre yok-mekânlar, “mekân”ın bu üç temel özelliğini yerine getirmemektedir. “Mekân tarihseldir”; tarih içinde evrimleşmekte, değişmekte, hem insanların zihninde, hem de mekânın üzerinde ona ilişkin anılar birikmektedir. Süper market veya havaalanı ise tarihselleşmemekte, olsa olsa eskimektedir. Eskiyince de yıkılmakta ve yerine yenisi yapılmakta ya da radikal biçimde yenilenmektedir. Böyle olduğu içindir ki, yok-mekânlarla empatik ilişkiler kurulmaz, onların bilgisini içselleştirilmez. İnsanların konuta ilişkin sayısız anısı vardır; ama süper markete ilişkin anısı yoktur. Çünkü bireyin yok-mekâna olan bağlantısı –deyim yerindeyse– bir mukaveleye dayanmaktadır. Tatil köyünde bulunulmasının nedeni, başka bir şirketle belirli sayıda gün boyunca orada eğlendirilmek, “tatillendirilmek” için mukavele yapılmış olmasından ötürüdür. Sözgelimi, Club Mediterranee köyünün yok-mekânı misafirlerini kaldıkları süre boyunca ve sözleşmelerindeki hükümler kadar ilgilendirmektedir. Hâlbuki tam aksine, mekânla, “lieu” ile olan ilişki sözleşmeli nitelikte değildir, toplumsal ilişkiler kurma bazına oturmaktadır. Dolayısıyla da, hiç kimsenin, ne mimarının, ne de asıl kullanıcısının öngöremeyeceği sayısız boyutu içermektedir. Örneğin, insanların konutla ilişkisi toplumsal içeriklidir. Konut insanların yuvası, çalışma yeri, statü göstergesi, övüncü, utancı, cenneti, cehennemi olabilmektedir. Ama hiç kimse on günlüğüne geldiği devre-mülkle böyle bir ilişki kurmaz, çevrelerine saksılar vs. yerleştirmez. Zaten kurmaması da gerekir, çünkü sözleşme kullanılan yok-mekânın bulduğu gibi bırakılmasını zorunlu kılmaktadır. Daha da önemlisi, yok-mekânlar içinde insani, toplumsal ilişkiler de kurulmaz. Rekreasyon ideolojisinin savları çerçevesinde, sözde insani ilişkiler örgütlemek için yok-mekânda görevlendirilmiş bir meslek adamı olan tatil köyü animatörü sadece bir “homo eroticus”; yani tekil işleve indirgenmiş, hiçbir sorumluluk taşımaksızın “hizmetinden yararlanılabilir” bir görevlidir. Ve çünkü tatil köyü toplumsal ilişkiler değil, karşılıklı ve sözleşmeli görevler yeridir. Antropolojik mekânların organik sosyalliği yarattığı gibi yok-mekan da yalnızlığı yaratır.















Tac Mahal (M.S. 1630) Agra, Hindistan

Yok-mekânın bir diğer özelliği olan tarihsellik yoksunluğu ve kimliksizlik olgusu ise, turizm mimarlığı konusunda yaşamsal önem taşımaktadır. Auge tarihin, yok-mekânda ancak gösterinin bir parçası olarak varolabildiğini söylemektedir. Gerçekten de, turizm mimarlığı özelinde tarihsel imaj sözleşmeyle satılan hizmetin bir bileşenidir. Kuzey Afrika’daki Club Mediterranee Arap “kazbah”sını, Nijerya’da zenci köyünü, Türkiye’de Bodrum evini, kervansarayı, Topkapı Sarayı’nı ya da bir Batılı’nın aklına Türkiye denince -gerçek ya da düşsel- ne gelirse onu taklit etmektedir. Çünkü oralarda tatilini geçiren turiste Cezayir’e, Tunus’a, Türkiye’ye ya da Peru’ya geldiğini anımsatan şey o görüntüden ibarettir. Çoğu kez yurtdışında satılan bir paket programı “satın alarak” tatillendirilen turist, geldiği ülkede yalnızca konakladığı tesisi görmektedir. O ülkeye ilişkin izlenimleriyse yine aynı yok-mekânla ve tarifeli olarak ziyaret ettirildiği birkaç turistik sitle sınırlı olmaktadır. O halde, böyle bir program, pazarlama stratejilerinin tipik kavramları doğrultusunda biçimlenmekte, yani turistin kafasına yeni imajlar sokma gibi zorlu ve masraflı bir uğraşa girişmek yerine, orada zaten mevcut olan imajları sömürmektedir. Bazense, imaj kurgulayanlar, otelin konumlandığı yere ilişkin çağrıştırılmaya değer bir şey bulamazlarsa bu kez başkasının tarihinden amaçlarına uygun ilginç bir şeyleri transfer etmektedirler. Bu gerekçeyle Las Vegas’ta, Amerikan çölünün ortasına Mısır piramidi “tebdil-i mekân” etmektedir.















Machu Picchu (1460-1470) Machu Picchu, Peru